3 Haziran 2007 Pazar

Sergüzeşt

KİTABIN ADI SERGÜZEŞT
KİTABIN YAZARI SAMİ PAŞAZADE SEZAİ
YAYIM EVİ VE ADRESİ BAŞBAKANLIK BASIMEVİ ANKARA
BASIM YILI 1984



KİTABIN KONUSU:
Evinden ayrılan küçük bir kızın başından gecen olaylar dramatize edilerek anlatılmıştır. Kızın başından gecenler oldukça acıklıdır. Uzun bir süre kölelik hayatı yaşamıştır.

KİTABIN ÖZETİ:
Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir.
İlk olarak kız (henüz bir ismi yoktur), yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerede yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür.
Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı farkeder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirirlir. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda analatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kızdabuna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geridöner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır.
Günler böyle geçip giderken birgün Mustafa bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı bir çok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Birgün karısıyla beraber kızın satılmasına kara veridler.
Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine ‘dilber’ olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde bir çok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının okadarda kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki bir çok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir.

Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır, ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir.
Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı porrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. faKat Dilber’I gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakaat günler geçtikçe Dilber’de onaa karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celalbey Dilber’I boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerinide çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aaşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkan vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha ssonraları Dilber de Celaal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin baahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini olddukça rahatsız eder ve buna akarşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak birşeyi yoktur. Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemesede daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalrına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz.
Bundan sonra ikiside hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal bey’in aileside çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur.

tutunamayanlar

KİTABIN ÖZETİ:
Oğuz Atay, 1934’te İnebolu (Kastamonu)’da doğdu. 1939’da Ankara’ya geldi. 1951’de Maarif Koleji’ni, 1957’de Teknik Üniversite İnşaat Fakültesi’ni bitirdi. Askerliğini yaptıktan sonra, 1960’ta Teknik Okula girdi. Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’nde öğretim üyeliği yaptı. Oğuz Atay, Tutunamayanlar adlı kitabıyla 1970 TRT Roman ödülünü kazandı. Yeni dergi ile Soyut’ta hikayeleri yayınlandı. 13 Aralık 1977’de İstanbul’da öldü.
Tutunamayanlar, alışılmışın dışında bir romandır. Belirli bir olayı sergilemekten çok; izlenimler, çağrışımlar, taşlamalar, ayrıntılar ve ruhsal çözümlemelerle oluşur. Bu bakımdan, özetlenmesi güçtür. Ancak, romanın konusu, kısaca şöyle açıklanabilir:
Genç mühendis Turgut ÖZBEN yakın arkadaşı Selim IŞIK’ın kendini bir tabancayla vurduğunu gazeteden öğrenir. Olayın çok etkisinde kalır. İntiharın sebeplerini merak eder. Bu amaçla araştırmalara girişir. İlkin Selim’in arkadaşlarından Metin ve Esat’la görüşür. Metin kendisine şunları anlatır: Metin’in Zeliha adlı bir kızla ilişkisi vardır. Selim kızın ona uygun düşmediğini söyler. Fakat Metin kızı bırakınca, bu kez Selim ona tutulur. Metin bunun üzerine yeniden kıza yaklaşır. Kız ise bir süre sonra onlardan ayrılır, bir başkasıyla evlenir.
Esat da Selim için şunları söyler: Selim’in lise öğrencisi iken tanır. İlginç, zeki, oyuncu bir çocuktur. Çok kitap okur. Wilde’a hayrandır. Fakat Gorki’yi okuyunca onu sevmez olur. Esat’la oyunlar düzenler, birlikte eğlenirler.
Turgut ÖZBEN Selim’le ilişkisi olan Günseli adlı bir kızla tanışır. Günseli Selim’le bir toplu gezintide rastlamıştır. Sıkıntılı ve asık suratlıdır. Onu avutmaya kalkışır. Fakat Selim’in soru yağmuruna tutulur. O gün anlaşamazlar. Aradan bir ay geçer. Selim onu telefonla arar. Buluşurlar. İlişkileri gitgide ilerler. Ne var ki Selim evlenmeye yanaşmaz. Çok kuşkuludur, geleceğe güveni yoktur, inançsızdır, aile düzeninden de hoşlanmaz. Sanki bir kafese kapatılmıştır. Hastalanır. Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadığını düşünür. Günseli’ye bir mektup gönderir. Ardından intihar eder

Selim son günlerinde Tutunamayanlar üstüne bir ansiklopedi hazırlamaya girişir. Orada kendisine bir madde ayırır. Bu maddede belirttiğine göre, Selim bir kasabada doğmuştur. Babası memurdur. Küçükken ağır bir hastalık geçirir. Altı yaşında ailesiyle büyük bir şehre göçer. Sabri adlı bir çocukla arkadaş olur. Okula gider. Uzun boylu olduğu için arka sıralara oturtulur. Sınıfta çok konuşur. Orta okuldayken Pitigrilli’yi okur. Sonra kızlarla dolaşmaya başlar. O sırada dünya savaşı patlar. Yiyecekler pahalanır. Askerliğini yaparken Süleyman KARGI ile tanışır. Askerlik bitince açıkta kalır. Kimse ona sahip çıkmaz. Odasına kapanır. Yemek yemez, içki içmez olur. Turgut Özben araştırmaları sırasında yavaş yavaş kendi benliğini tanır: O da tutunamayanlardan biridir. Kendini o zamana değin bir takım törelerin, alışkanlıkların yönettiğini sezer. Gitgide bağsızlığa doğru kayar. Evinden ayrılır. Bir trene binip gider. Gözden kaybolur...
Toplumun kurumlarıyla kuralları karşısında uyumsuz kalan insanın dramını değişik işleyen eser, roman alanında adı duyulmamış bir yazarın olgun düzeyini getirdi. Okunmasının güçlüğüne karşın, bıraktığı ilk etki ile özgün ve derin göründü; bir sürpriz tadı taşıdı. Uyanık ve araştırıcı bir gözlemin toplum sorunlarını eleştiren ve değerlendiren bakışı, usta bir anlatım yetisiyle birleştiği için ödülünü hak eder bütünlüğe vardı.
Bir roman; gerekli gereksiz ayrıntılarıyla kendi bütünlüğünü zedeleyen fazlalıklarla, yinelemelerle,filtreli sigaranın kanseri %7 oranında azalttığını söylemeden geçemeyen bilgilerle dolu. Yazarın,ayıklama ve seçme gözetmeden, ne biliyorsa içine katmaktan zevk duyduğu sayfalar. Romanın üslup özelliğinde, değişikliklerin, sıçramaların büyük payı olduğunu daha önce belirtmiştik. Nitekim 351 sayfada, eylem birden bire düşünceye yer vermekte, hemen biraz aşağıda ise ‘oyun’ biçimine dönüşmektedir. Atay, Tutunamayanlar için herhangi bir kural koymamış, şiirde oyuna varıncaya kadar, her yazılı türünü kullanmıştır.

Budala

KİTABIN ADI BUDALA
KİTABIN YAZARI DOSTOYEVSKİ
YAYIM EVİ VE ADRESİ ALFA-BASIM-YAYIM-DAĞITIM
BASIM YILI 1995

1.KİTABIN KONUSU :
Romanın kahramanı Prens Mışkin, saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre'den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mışkin, tam bir ermiş kişidir, sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zeka sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mışkin'in anıları, aslında Dostoyevski'nin anılarıdır. Prens Mıskin'in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski'nin başından geçmiş bir olaydır. Bir tutku romanı olan Budala, Dostoyevski'nin yazdığı ilk büyük aşk romanıdır.

2.KİTABIN ÖZETİ :
Hasta prens Mişkin Rusya’dan İsviçre’ye Şnayder adlı bir doktorun kliniğine yollanır. Prens çok acı çeken bir insandır ve ara sıra hastalığıyla ilgili nöbetler geçirmektedir. Nöbet geçirdikten sonra budalalaşır ve afallar. Çocukları çok seven prens köydeki çocukların kalbini kazanmasıyla iyileşme sürecini de ivmelendirir.
Köydeki yoksul bir kızla ilgilenmesinden dolayı da çevresi tarafından ayıplanmaktadır. Nedeni ise kızın annesinin ölümünden sonra lanetlenmiş olmasıdır. İsviçrede üç sene kalan prens bir çok acılarla Rusya’ya döner ve soyunun son bireyiyle tanışmak için atılımlarda bulunur. Onunla tanışması aynı evde yaşayan Ganya ile tanışmasına da vesile olur. Ganya prense Nastasya’nın portresini gösterir ve prens artık Nastasya’ya çoktan vurulmuştur. Onu her ne pahasına olursa olsun aramaya başlar ve sonunda da bulur ve evlenme teklif eder. Buhranlı bir dönemde olan Nastasya bu teklifi kabul eder gibi yapıp reddeder ve Rogo Jin adındaki biriyle evlenmeye karar verir. Bu evlilikten sonra tekrar Mişkin’e kaçan Nastasya daha fazla dayanamayarak tekrar geri döner.
Hala Moskova’da bulunan Mişkin Nastasya’yı aramak için Petersburg’a gelir. Prens Mişkin Nastasya’yı aradığını bir sır gibi saklamaktadır. Bu günlerde Prens Mişkin bazı özel günlerde evinde partiler verir ve bu partilere de kitabındaki bütün kahramanları çağırır. Bu kişilerden Aglea adındaki kadın ise Prensi deliler gibi sevmektedir ve ona “Yoksul Şövalye” gibi imalarda bulunmaktadır. Bunları ise mektuplarında sık sık dile getirmektedir. Sonunda aglea ile Prens Mişkin nişanlanmaya karar verirler. Böylece Prens ikinci kez Ganya’nın sevdiği kadını elinden alır. Ancak bu nişandan da vazgeçen Mişkin Nastasya ile evlenmeye karar verir. Ancak aynı zamanda Aglea’yı çok sevdiğini de bilmektedir. Nastasya ile evlenecekleri sırada Rogo Jin gelir ve Nastasya’yı sessizce alır gider. Mişkin bunu sakince karşılar ve birşey diyemez. Rogo Jin Nastasya’yı Petersburg’ta öldürür ve bunu da Prens gelince öğrenir ve tekrar krize girerek budalalaşır. En sonunda Şnayder’in kliniğine gönderilir. Aglea ise Polonyalı bir Coutla evlenir. Rogo Jin ise 15 yıllığına İsviçre’ye sürülmüştür.

3.KİTABIN ANA FİKRİ :
Kitapta vurgulanmak istenen nokta; insanlar için sevginin çok önemli bir kavram olduğu ve onsuz yaşanamayacağının kesin olduğudur. İnsanlar için sevdikleri o kadar değerlidir ki o varlıkları kaybetmeye tahammül edemezler tıpkı Prens Mişkin gibi.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :
Kitapta genel olarak on üç karakterden bahsedilmektedir. Bunlardan en önemlileri şunlardır:
1. PRENS MİŞKİN : Kendi iç dünyasında yaşayan, herkese güler yüzle davranan, budalalık derecesinde iyi ve insanları sevmekten başka birşey yapamayan bir prenstir.
2. ŞNAYDER : Prens Mişkin’in hastalığından dolayı yardım istediği, kendini ispat etmiş ve prensi kurtarmak için tüm gücünü kullanan iyi bir doktordur.
3. AGLEA : Prensi deliler gibi seven ve onu kaybetmemek için herşeyi göze alabilen, güzel ahlaklı ve gayet alımlı bir bayandır.

5. KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER :
Anlatım yönünden üst düzeyde olan kitapta; çok uzun cümleler kullanılarak okuyucunun cümlede anlatılmak istenen manadan uzaklaşmasına sebebiyet verilmştir. Yine de bu uzun cümlelere rağmen roman akıcı ve sürükleyici olmasıyla okuyucuyu kendine bağlamaktadır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :
Rus edebiyatının en büyüklerinden olan Dostovyevski, 1821 Moskova doğumludur. Orta sınıf bir aileden gelen yazarın babası, yoksullar hastanesinde cerrahtı. Dostovyevski ilk eğitimini ailesinden aldı. Romanlarının tümünde, ailesinin çektiği sıkıntıların ve tanık oldukları yoksulluğun etkisi görülebilir. Çok çalkantılı geçmiştir Dostovyevski’nin hayatı. 17 yaşında askeri akademiye girmiş ama oradaki katı disipline uyamayıp ayrılmış, Norodniklerin siyasi görüşlerini benimsemiş, 1849’da idama mahkum edilmiş ve tam idam sehpasında öğrenmiştir cezasının sürgüne çevrildiğini. Ölümün kıyısından dönen ve Sibirya’daki sürgün yaşantısında zor günler geçiren Dostovyevski’nin siyasi görüşlerinin temelden farklılaştığını söyleyebiliriz. Kişiliğini derinden etkileyen epilepsi nöbetlerinin sıklaşması da bu tarihte başlar. Artık mistik bir dünya görüşü egemendir Dostovyevski’nin metinlerinde.
Bu günlerde Orhan Pamuk’un editörlüğünde başlayan Dostovyevski dizisinin ilk kitabı olarak yayınlanan “Ecinniler”, Dostovyevski’nin Norodnik ve ateist geçmişine dair bir özeleştiridir. Sürgün dönüşü; aşkları, evlilikleri, Avrupa seyahatleri, kumar tutkusu ve geçim sıkıntıları, Turgenyef’le olan çekişmelerleriyle geçirdi ömrünü bu büyük yazar. Çoğu kitabını yayıncılardan aldığı “kaporalar” nedeniyle çok kısa sürelerde tamamladı ve bugün dünyanın en çok satan yazarları arasında olan Dostovyevski, 1881 yılında geçim sıkıntıları içinde hayata veda etti.

Su Savaşları (John BULLOCH, Adel DARWISH)

KİTABIN ÖZETİ :
Kitap Orta Doğu’da suyun stratejik bir madde olduğunu ve gelecekte mutlaka paylaşımı irtibarıyla savaşa neden olacağını belirtmektedir. Aşağıda belirtilen başlıklar halinde çeşitli bölgelerde su kaynakları, kaynakların paylaşımı ve kullanımına ilişkin projeleri ve bu projelerin uygulamaları esnasında meydana gelen kriz, sürtüşme ve savaşları konu almaktadır.
1. SU :
ORTA DOĞUNUN EN ÖNEMLİ KAYNAĞI :
% 80’nini kıraç arazilerin oluşturduğu bölgede yaşayan milletlerin geçim kaynaklarının tarım olduğu Orta Doğu’da, su hayati öneme haiz stratejik bir maddedir. Bu bölgedeki ülkelerin büyük bir bölümü su fakiridir. Su ihtiyaçlarının giderilmesi kaynağı kendisinden başka ülkelerde bulunan akarsulara bağlıdır. Bu bağımlılık su kaynaklarını elinde bulunduran ülkeye avantaj sağlamaktadır. Suyun paylaşımı ülkeler arasında gerginliğe ve neticede savaşa dönüşebilmektedir.
Bilim adamları 2000 yılı itibarıyla pek çok ülkenin kişi başına kullanılan su miktarı değerlendirildiğinde 1975’de kullandıkları suyun yarıya ineceğini hesaplamaktadırlar.
Bölgede 1967’de ki Arap-İsrail savaşı 1970’de Ürdün’deki iç savaş, 1978 Lübnanın işgali ve Türkiye’de 1983’ten bu yana devam eden terörist faaliyetlerde, Sudan’daki Kuzey-Güney çatışmalarında su paylaşımının büyük rolü vardır.
2. ÜRDÜN HAVZASI :
Havzada en önemli su kaynağı Golan tepeleri’nden çıkan Şeri-a Nehri ve Onun kollarıdır. Şeri-a Nehri sularının kullanımında Ürdün, İsrail, Suriye arasında zaman zaman problemler yaşanmaktadır. İsrail’in Batı şeria’da yerleşim alanları kurmasının temel nedenlerinden bir tanesi’de Şeria Nehrinin sularından daha çok yararlanma isteğidir.
3. Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP) :
Bu projenin ilk ayağı olan Atatürk Barajı 25 Temmuz 1992 günü elektrik üretimine başlamıştır. Türkiye’nin tüm elektriğinin 1/5’ini üretmekte ve 20.000 km²’lik alanı sulanabilir arazi haline dönüştürmektedir. Bu projeyle bölgenin sosyo-ekonomik durumunun değiştirilerek bölge halkına daha çok refah götürülmesi amaçlanmaktadır. Ancak projenin gündeme gelmesi ile birlikte Türkiye’nin Güney Doğu’sunda, özellikle Suriye tarafından desteklenen, silahlandırılan ve zaman zamanda İran ile Iraktan yardım gören PKK’nın kullanılmasıyla terörist faaliyetler başlamıştır. Bu Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehir sularının dizginlenmesi projesine, Suriye’nin cevabıdır.
4. Nil-Mısırın Başlıca Güvenlik Konusu : NİL :
Mısır için, başlıca hayat kaynağı olan Nil Nehrinin güvenliği birinci derecede güvenlik sorunudur. Nil’e yönelik her tehdit Mısır Yüksek Komutanlığı’nın parlemento onayını beklemeden askeri karşılık vermesine izin verir.
Mısır bu konuda öylesine hassastırki 1977’lerde ilk defa başkan Enver Sedat’ın İsrail ziyareti esnasında gündeme gelen Nil Nehri sularının İsrail’e taşınması projesi başkan Sedat’ı vatan haini suçlaması ile karşı karşıya bırakmış, kendisine ihtilal girişiminde bulunulmuş ve nihayet radikal islamcı örgütler tarafından öldürülmesinde bu projenin rol oynadığı değerlendirilmiştir.
5. Nil : Mısır ve Etiyopya :
Etiyopya Nil Nehiri’nin kaynaklarının bulunduğu ve Yukarı Nil Havzası’nı kontrol eden bir ülkedir. Yakın zamana kadar Etiyopya’nın Nil sularını dizginleyecek olanağı ve arzusu olmadığından hiç bir önemi yoktu. Şimdilerde millet olarak bütünlüklerini sağlamış olmaları nedeniyle israil ile iş birliği kurarak gerektiği taktirde Sudan ve Mısır’a zarar vermeyi elinde tutmaktadır.
6. Nil: Mısır ve Sudan :
Mısır ve Sudan Nil Havzası’nda birbirlerine muhtaç iki Arap ülkesidir. Bu nedenle özellikle Mısırlı liderler sudan ile ilişkileri daima üst seviyede tutmuşlar ve uluslararası her platformda Sudan’ı desteklemişlerdir. Örneğin; 1980 yılında Çad’a müdahale eden ve baskıncıları Güney Sudan’a girmeye özendiren Libya lideri Kaddafi’yi şöyle uyarmışlardı’’ Sudana karşı bir operasyon durumunda hemen Sudan’ın yanında olacağız’’
7. Büyük Yapay Nehirler: Libya ve Irak :
Libya bölgedeki su kaynakları en kıt ülkelerden biridir. Bu zafiyeti başlangıçda Mısırla birleşerek Nil sularından yararlanmak suretiyle gidermeyi planlamıştır. Bunun gerçekleşmemesi üzerine önce Mısır’la savaşmış akabinde Çad’a girmiştir. Çad’dan sonra baskıncıları Güney Sudan’a karşı kışkırtmak suretiyle Nil Nehiri’nin güvenliğini güneyden tehdit etmek istemiş ve ancak bunu başaramamıştır. Bu konudaki başarısızlığını örtmek ve Akdeniz kıyısında toplanan nüfus yoğunluğunun su ihtiyacını gidermek maksadıyla Sahra Çölü’nde ki yeraltı suyunu çok büyük maliyetlere katlanarak 667 km.lik bir boru hattıyla Akdeniz kıyısına ulaştırmıştır.
Irak ise Fırat ve Dicle Nehirleri arasında Iraklılar tarafından “Saddam Nehri” olarak nitelenen 565 km uzunluğundaki üçüncü bir su yolunu hizmete açmıştır. Bu su yolu Bağdat’tan başlayarak Basra’da son bulmaktadır. Yapay nehirin yarattığı imkanlarla kireçlenmiş toprağın temizlenmesi ve 5 ile 10 yılda 150 milyon hektarlık toprak kazanılması amaçlanmıştır.
8. Arap Yarım Adası :
Arap yarımadası ülkelerinde akarsu yoktur. Su ihtiyacı yeraltı sularından, büyük ölçüde de deniz suyundan arıtma yoluyla elde edilmektedir. Su arıtma tesislerinin yatırım maliyetleri yüksek olmanın yanı sıra, dış tehditlere karşıda son derece hassastır. Bu nedenle su ihtiyacının ithal edilmesi yoluyla karşılanması bir dönem düşünülmüştür. Projenin Arap Ülkelerini, su ihraç eden ülkelere bağımlı kılacağı gerekçesiyle gündemden kalkmıştır. (Bu kapsamda düşünülen; Türkiye’den güneye uzanan barış suyu projesi Türkiye’nin Osmanlıyı canlandırma emelleri peşinde olduğu düşüncesi ile pek sıcak karşılanmamıştır.)
9. ESKİ ÇÖL YASALARI VE ULUSLARARASI HUKUK :
Eski çöl yasası susuz kalmış bir insanın bir başkasının kuyusundan kabla, suya dalmadan, kirletmeden kullanımını ön görür.
Günümüzde uluslararası suların paylaşımı konusunda, uluslararası nehirlerin kullanılmasında helsinki ilkeleri (unkhi), sınırları aşan nehirler veya su yolları konusunda uluslararası bir yasa oluşturmak için başlangıç noktası olarak kabul edilmektedir.
UNKHİ:
a. Aynı havzaya dökülen her nehir veya göl ayrı sistemler olarak değil, tek bir entegre birim olarak ele alınmalıdır.
b. Ayrı anlaşmalar ile belirlenmedikçe sistemdeki her devletin havzaya dökülen sistemin sularından mantıklı eşitlikde kullanım hakkı vardır. c. Havzayı paylaşan devletler havzadaki diğer devletlerin yasal haklarına saygı göstermelidir esasını dayanmaktadır.
10. Tehlikeli Gelecek :
Orta Doğu’da şiddet potansiyeli her zaman vardır. Savaşlar toprak, özerklik, insan hakları yada sınırları koruma nedenlerine bağlı görünürse de geleceğin bütün çatışmalarını etkileyecek tek şey bölgenin su durumudur. “Su Savaşları” yoldadır.

Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük (Asım ASLAN)

Cool Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük (Asım ASLAN)
KİTABIN ÖZETİ :
1. BÖLÜM : SÖMÜRÜLEN ATATÜRK :
Gerçek Atatürkçülerin dışında Atatürk’ü kullanmak isteyen ve bundan yararlanmaya çalışan kişiler mevcuttur. Bunlar her yerde ve her konumda bulunmaktadır. Atatürkçülüğü çıkarları doğrultusunda değerlendirip, öyle yorumlayarak O’nun adını kullanarak bir yerlere gelmek isteyen ya da işlerini devam ettirmek isteyen kişiler vardır. Atatürk’ün düşüncelerini, söylevlerini, demeçlerini okuyan herkes arasından seçtiği ve kendi düşünce ve sözlerine uyuyanları bulup, bunlara dayanarak Atatürk’ü kendisi gibi düşünüyor gösterebilir. Nitekim bu yıllardır yurdumuzda yapılmaktadır. Atatürk ; Kapitalist, Devletçi, Sosyalist, Komünist, Anti-Komünist, Faşist, Demokrat, Diktatör, Demokrat Diktatör, Irkçı-Turancı, Anti-Irkçı, Anti-Turancı, Şeriatçı, Laik, Padişahçı ve Halifeci, Cumhuriyetçi olarak gösterilebilir. Hatta Atatürk’ün çeşitli zamanlarda çeşitli yerlerde yapmış olduğu konuşmalardan, yada yazdıklarından bu düşüncelerden kendi çıkarı doğrultusunda olanla ilgili örnek verip düşüncesini kanıtlamaya çalışabilir.
Atatürk’ün konuşmalarından ve düşüncelerinden, kendi görüşlerine uyan sözler ve düşünceler bulabiliyorlar. Atatürk’ün birbiriyle çelişen söz, düşünce, tutum ve davranışları olabilir. Bunları doğru değerlendirebilmek için, Atatürk’ün kişiliğini, düşüncelerini, tasarılarını, gerçek amacını, Kurtuluş Savaşının koşullarını, Türkiye’nin ve Dünyanın o günlerdeki durumunu çok iyi bilmek gerekir. Türkiye’nin tam bağımsızlığını sağlamak için her şeyden önce toplayıcı birleştirici bir önder olmak ve her türlü olanaktan, fırsattan yararlanmak zorundadır.Yani kafasında tasarladığı ve yapmak istediği şeyleri başta bütün açıklığı ile anlatamazdı.Çünkü halk bunları anlayıp kabullenebilecek durumda değildi. Bu nedenle o an ortamı bozmayacak, halkın duymak istediği şeyler söyleyip yada yapıp bütünlüğü bozmamıştır. Eline geçen fırsatları iyi değerlendirmiştir. Örneğin;
Kurtuluş Savaşı’na başladığında savaşın sonunda halkın saydığı ve çok önem verdiği halifeliği ve padişahlık düzenini kaldırıp, Cumhuriyetçiliği getireceğini söylese bütünlüğü sağlayamazdı. Savaşa ve meclise ayrım yapmadan her türlü ve her seviyeden insanları katarak ayrımcılık yaratmamıştır. Atatürk daima ne zaman nerede nasıl konuşacağını bilen biriydi. Düşüncelerini doğru zamanlamayla işleve sokmuştur.
Atatürk emperyalizme karşı,cumhuriyet yönetimini kurmuş laikliği getirmiş, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel devrimler yapmış, çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı amaçlamış, halkçı yönetimi benimsemiş, barıştan yana, bütünleştirici, bilimsel akılcı, insancıl, çağdaş bir milliyetçi, özel sektöre yer veren himayeci, planlı bir devletçi, komünizm ve faşizm karşısında demokratik sosyalizme karşı olmayan, çok partili demokrasi yanlısıydı.
Ayrıca Atatürk hakkında üç ayrı tavır gözlemlenebilir.
Övgüleri : Atatürk’ü tanrılaştırmakta, peygamberleştirmekte ve tabulaştırmaktadırlar.
Sövgüleri : Düşmanları ve yadsımaçlarıdır. Atatürk’e ve devrimlerine karşıdırlar, yaptıklarını inkar ederler.
Ağıtçıları : Atatürk öldü diye ağlayıp sızlarlar ve her şeyin bittiğini sanırlar.
Bu tavırların hepsi yanlıştır. Atatürk’e sevgiyle, akılla, mantıkla yaklaşmalıyız. Atatürk’ü hataları, yanılgıları, yaptıkları, yapa-madıkları, başarıları ve başarısızlıklarıyla birlikte bir bütün olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Atatürk konusunda duygusal, bilimsel, sıradan yaklaşımları bir yana bırakıp, akılcı, gerçekçi, nesnel ve bilimsel bir yaklaşım benimsemeliyiz. Atatürk’ün ölümünden sonra düzen bozulmaya başlamış halkımız öz benliğini yitirip yasadışı işler yapan, yolsuzluk, hırsızlık, kaçakçılık yapmayan, çalıp çırpmayan işini halledemez, yürütemez duruma gelmiştir.
2. BÖLÜM : ATATÜRKÇÜLÜK
Tam bağımsızlık, Anti-emperyalizm, Özgürlükçülük, Cumhuriyet-çilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Devrimcilik,Akılcılık ve Bilimsellik, Çağdaşçılık ve Barışçılık ilkelerinden oluşan, bu ilkelerden kaynaklanan kendine özgü bir dünya görüşüdür. Atatürkçülük değişik kişilerce elbette yorumlanacaktır, yorumlanmalıdır. Yorumu yaparken ilkeleri bir bütün olarak değerlendirmeliyiz. Gerçekçi, nesnel ve bilimsel yorumlar yapmalıyız. Çeşitli Atatürkçüler vardır, bunlar kendilerini ilgilendiren konuların Atatürkçüleridir. Basma kalıp şeyleri yaparak yada söyleyerek Atatürkçü olduklarını zannederler. Sadece o süreç içinde, işine geldiği kadar Atatürkçüdür. Gerçek Atatürkçüler, tam bağımsızlıktan, cumhuriyet yönetiminden, laiklikten, bütünleştirici insancıl ve çağdaş milliyetçilikten, ekonominin halk tarafından birinci planda tutularak yönetilmesinden, devrimden, hoş görüden, başarıdan, akılcı ve bilimsel düşünceden yanadırlar. Atatürkçülüğü bir bütün olarak ele alıp, bilimsel olarak inceleme taraftarıdırlar, ilkelerin uygulanması için çaba sarf ederler, her dönemde yılmadan usanmadan savunacaklar ve sahte Atatürkçülerin oyunlarını boşa çıkaracaklardır.
SONUÇ :
1. KİTABIN ANA FİKRİ :
Ülkemizin kurulmasında ve geleceğinin belirlenmesinde büyük rol oynayan devlet adamı ve asker Atatürk’ün çıkarlar doğrultusunda yanlış değerlendirilmesini açıklamaktır.
2. KİTABIN GETİRDİĞİ YENİLİKLER :
Atatürk ve Atatürkçülüğün tarih sahnesinde yerini aldığı zamandan beri oluşan yanlış anlamaları gözler önüne sermesi.
3. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME VE TEKLİFLER :
Başarılı bir kitaptır.

İŞ BULMAK İÇİN TIKLAYIN. İŞMİ ARIYORSUNUZ? ARTIK KİMSE İŞSİZ KALMAYACAK.argonik

Sosyal Kuralların Psikolojisi (Muzaffer ŞERİF)

A. I. VE II. BÖLÜMÜN ÖZETİ :
İnsanlar toplumsal çevrelerinden bir takım kuralları ve ölçüleri kendi içeriklerine indirgerler. Bunları isteyip istemedikleri, gerçeğin bilincinde olup olmadıkları hiç fark etmez. Toplumdan toplama kurallar ve ölçütler değişir. Herkes bir yere kadar yöreye bağlıdır. Sosyal psikologun bu genel kuralda ayrıcalığı yoktur. Bu onun araştırmalarında gerekli görüş açısı bakımından bir engel oluşturur. Sonuçta yalnızca teknik bakımdan eksiksiz çalışmalar yazarlarının yöreye bağlı oluşlarını yansıtır ve böylece değindikleri sorunlar üzerlerinde kuralsal yargı ilamlarından öte bir şey değildirler. Yöreye bağlı kalmaktan sıyrılmak için sosyal psikolog kendinde derin yer etmiş kurallardan belirli bir ‘’ uzaklık” bırakmayı öğrenmelidir.
Aslında yaşamak uğraşımızın düzenli ayarlanma yollarının ölçütleştirilmesi ve çevremizdeki dünyanın algılanmasının belirli toplumlarda bizimkinden geniş çapta değişiklik göstermeleri,bu toplumlarda yetişenlerin zihinlerinin temelde bizimkinden farklı çalıştığını kanıtlar demek değildir. Bu farklılıkların nedeni, her şeyden önce, yerleşmiş kurallar ve algı dayanağından ayrılıklarda aranmalıdır.
Bu sorunların araştırılmasında bireyi sosyal psikolojiye karşı cephe aldırarak, mantıksal olarak iki alt dizgi kuran çalışmalar ortaya koymak zararlı bir ikilemciliktir. Herhangi geçerli psikolojik bir ülke, yalnız grup içinde bir kişiye veya yalnız onun tüm kültürüne ilişkin olarak uygulanmalıdır.
Piaget, Lewin ve öğrencilerin çalışmalarında sorunlarımızın çözümünde umut verici olabilecek yaklaşımlar şimdiden görülmektedir.
B. III. BÖLÜMÜN ÖZETİ :
Şimdi artık belirlediğimiz alanımız için yolu açtıktan sonra geri dönebilir ve sorunu açıklığa kavuşturacak bazı noktaları konu edebiliriz. Başka kültürlere ait insanların dünyayı görüş yollarını geniş çapta tayin eden zihniyetlerdeki temel farklılıklarda, algı dayanağı çerçevelerinde çok büyük ayrılıklar buluyoruz.Bu bize kuralların (normların) psikolojik analizi için gerekli görüş açısını verdi.
Deneysel psikolojinin değişik alanlarındaki bazı temel gerçekleri gözden geçirmemizle algı dayanağı çerçevesinin işe karışmasının egemen veya geliştirici etken olarak durumun tamamında bulunduğuna değindik. Belki de iki ayrı dizideki veriler yakın ilişkilidir ve bunların her ikisinin de altında uzanan ilke,psikolojik ve kültürel ilişkinin temelidir.Bunu izleyen bölümlerdeki işimiz bu ilişkinin incelenmesi olmaktadır.
Bu bölümde kuralları sosyal psikolojideki yerlerine koymaya çalıştık. Kuralların toplumda yeni dolmuş bir insana önceleri dışsal oldukları sonuca vardık.Yeni doğan insan, kurallarla karşılaştıkça onları benliğine özümser.Böylece kuralların psikolojik olarak incelenmesi, bizi bunları uyarı durumlarının yanında yer vermek gereğine götürmektedir.
Uyarı durumları iyice yapısallaştırılmış olabilecekleri gibi, olmayabilirlerde. Özellikle bu ikinci durumlarda bir tutumu temsil eden bireyin bir duruma olan hazırlığı kesin yapıların örgütleşmesinde egemen rol oynar. İyice yerleşmiş olan toplumsal kurallar, bir kez bireyde özümsendikten sonra, deneyimlerini ve çevresindeki insanlara karşı olan tepkileri tayin eden önemli bir rol oynarlar.
Toplumsal kurallar durağan soyut varlıklar değil, tarihin akışı içerisinde ve bugünkü dünyamızın insan ilişkilerinin ürünleridirler. Dolayısıyla, bundan sonraki işimiz kuralların oluşumu psikolojisini ve bunlar, bir kez bireyde yerleşip özümsendikten sonra, bunların bireyin deneyimi ve davranışı üzerindeki sonuçsal etkilerini araştırmaktır. Bunu gelecek bölümlerde yapmak istiyoruz.
C. V.- IX. BÖLÜMÜN ÖZETİ :
Şimdi ana noktalara özet biçimde göz atabiliriz, Ego, bireyde kalıtımsal, psikolojik bir olgudur. Değerler egonun başta gelen içeriğidirler. Bunlar arasında toplumsal değerler ki toplumsal olarak yerleşmiş duygusal durağanlıklardır ve başlıca (yönetik) kesimi biçimlendirirler. Bu değerler, insanda toplumsal olandır.Bu anlamda, kişi egonun insanda toplumsal olan şey olduğunu söyleyebilir. Ego için ölçütleri değerler kurar. Bunun gibi, ego bir duruma karıştığı zaman, temel gereksinmelerin doyumu için kişinin çabalarını düzenler. Egonun karışacağı olaylar, toplumsal olarak önceden belirlenmiştir. Ego ölçütlerinin bozulması ve egoya yanlış yer verilmesi acıdır; bunlar, çelişki ve suçluluk duygusu yaratır.

Sorun Çözme Teknikleri (Doğan Şahiner )

Kitabın bütün olarak veya bölüm bölüm özeti :

1. İnsanlar ve Sorunlar :

Yöneticilerin çalışma hayatlarında karşılaştıkları sorunların dışında insanlar gelir. İnsan unsurunu bir şekilde ele almak, başarılı çözümler bulmak yöneticiler için zorunludur. Yöneticiler sorunları çözerlerken başarılı çözümler bulamazlar ise işlerinde başarılı olamazlar başarılı olmak için sistematik bir yöntem kullanıp gerekli becerileri alıştırma yaparak kullanmaları gerekir. Becerileri teker teker pratiğe geçirmek için bir planın yapılması gereği unutulmamalıdır.
2. DAADİ Modeli :
Daadi Modeli sorun çözme tekniklerinin temel modelidir. Sorunları etkili bir şekilde çözmek için önerilen en iyi model Daadi Modelidir. Daadi Modeli ile sorunları çözerken belirli aşamalardan geçilmesi gerekir. Bu aşamalar şunlardır ” Dinleme, Araştırma, Amaç Saptama, Destekleme, İzleme “ Daadi modeli Denilmesinin amacı aşamalarının baş harflerinden gelmektedir. Daadi sistematik olma ve geri besleme kriterlerini karşılamaktadır. Model araştırma aşaması sayesinde yöneticiye büyük bir özgürlük tanır. Ve sonrada ortaya çıkabilecek ikincil sorunlarında gerektiği gibi ele alınmasına olanak sağlar. Neden yönetici dinleme sorunlu olan kişinin olaya bakış açısını görebilmek için onu iyi dinlemesi gerekir. İyi dinleme yöneticinin sorunu mümkün olduğunca karşısındaki kişinin bakış açısından anlaması demektir. Sorunlu olan kişi böyle yaptığınızı anladığı zaman alacağı yardımın karşılıklı anlayış temeline dayandığını bilir ve böylece yönetici psikolojik düzeyde araştırma aşamasında başarıya ulaşmış olur.
Dinleme Becerileri :
Dinlemenin yönetici açısından ne derece önemli olduğundan bahsetmiştik. Dinleyici (Yönetici), sorunu dinlerken dikkat etmesi gereken konular vardır.

* Dinleyici konuşanın kendini baskı altında hissetmeden, rahatça ifade etmesini

sağlayacak şekilde sessiz kalmalıdır.

* Dinleyici karşısındaki kişinin söylediklerini ve duygularını anladığını belirtmek için

sözlerini ara sıra özetlemelidir.
- Dinlemenin en önemli parçalarından biriside sözel olmayan iletişimdir. Yönetici bukonudaki becerilerinide geliştirmelidir.
Neden Araştırma :
Daadi Modeli sorun çözmek için önerilen en iyi modeldir demiştik. Neden araştırma da bu modelin aşamalarından birisidir. Bu aşamanın amacı ; istenilen değişikliğin gerçekleşmesini sağlayacak amaçlar saptamak üzere sorunun özünü ortaya çıkarmak için durumu incelemektir. Bu aşamada yönetici sorunu olan kişinin durum hakkındaki durum ve davranışları tam olarak anlamasına yarar.
Temel Araştırma Becerileri :
Araştırma, sürece temel oluşturan altı temel becerinin kullanılmasını gerektirir.Bunlar :

* Anlayışı geliştirip açıklığa kavuşturacak yaratıcı sorular.
* Konuşan kişinin bahsettiği derin anlamları yansıtan yorumlayıcı özetler.
* Mevcut durumda önem taşıyan duyguların araştırılması.
* Sorunu olan kişiye kendini somut olarak ifade etmesi için yardımcı olmanın yolları.
* Seçilmesi mümkün eylem çizgilerinin sonuçlarının test edilmesi.
* Konuyla ilgili enformasyonun verilmesidir.

Başka Araştırma Becerileri :
Araştırma aşamasında kullanılan becerilerle ilgili birkaç yöntemin, sorunun önemli noktalarını saptamakta yararlı olduğu görülmüştür.
- Kalıplar : Ele alınan durumlar yada bunlarla geçmişte yaşanan bazı olaylar arasındaortak bir yön bulunduğu, tarafların dikkatini çeker. Bunun araştırılması, sorunun ortaya çıkmasında bir davranış kalıbının rol oynadığını gösterir.
- Varsayımlar : Sorunu olan kişiler hepimiz gibi, yaşam hakkında genel olarak insanlar hakkında ve tek tek kişiler hakkında varsayımlar yaparlar. Bu varsayımların yanı sıra başvuru çerçevesi, tutarsızlıklar, anlamlı unutkanlıklar, anlamlı değinmeler, birden fazla görüşmeler ve pratikte başka araştırma becerilerinin içerisinde yer almıştır.
Araştırma Sentez :
Araştırma aşaması ilerledikçe konuyla ilgili olgular saptanır ve incelenir. Araştırma aşamasının yapısı hipotez oluşturma süresi etrafında kuruludur.
Bu arada tarafların sorun üzerinde bir ekip olarak çalıştıkları işbirliği ortamı kurması gerekir. AMAÇ : bir suçlu bulmak değil sorunu çözmektir.
Amaç Saptamanın İlkeleri :
İyi dinleme ve iyi araştırma, bazı yöneticilerin kolay kazanamayacağı ve çoğu ustalaşmak için sürekli pratik gerektiren bir dizi beceri gerektirir. Şunu da unutmamak gerekir. Daadi süreci bir bütündür. Bir örnek vermek gerekirse “ bir zincir, en zayıf halkası kadar kuvvetlidir “ sözü burada en zayıf halkası genellikle amaçların saptanmasıdır. Amaçların saptanması kolay gözüktüğü için bu iş kötü yapılır. Fakat kolay gözüktüğü kadar kolay olmasına karşın bir o kadar da karmaşıktır.
İşeyarar Amaçlar Seçmek :
İşe yarar amaçlar seçmek konusunda en önemli husus somut amaçları belirlemektir. Somut amaçlarda kendi arasında somut alt amaçlara ayrılır. Burada sorunun çözülmesi için hangi amaçlar yada alt amaçlar seçilmiş olursa olsun, bunların SGGD kriterine uyması gerekir. Bu testi geçemeyen amaçlar ya değiştirilmeli yada bir tarafa bırakılmalıdır. Seçilen amaçlar somut olmalı, gerçekçi olmalı gözlenebilir ve değerli olmalıdır. İşe yarar amaç seçerken seçilen amaç bu özellikleri taşımalıdır.
Amaçlar ve Ödüller :
İnsanlar yapmış oldukları iş karşısında elde edecekleri yararın büyüklüğüne uygun bir biçimde hareket ederler. Yani elde etmeği umdukları yararın büyüklüğüne göre davranırlar. Burada yararlar arasında uygun bir denge oluşmasını sağlayacak amaç ve alt amaçlar formüle ederken kullanılabilir ve bu da amacın gerçekleşmesine yardımcı olur.
Destekleme :
Destekleme sorun çözme tekniklerinin temel modeli olan Daadi modelinin dördüncü aşamasıdır. Sorun çoğu zaman dinleme aşamasında iken karışık ve duygusal bir tartı ortaya konmuştur. Araştırma aşamasında ise sorunu çözümlemek, neyin değişmesi gerektiğini saptamak olanaklı hale gelmiştir. Ama bu değişikliğin gerçekleştirmek amaç saptanmadıkça ve sorunu olan kişi bu amaçlara ulaşmaya hazır olmadıkça hangi değişikliğin yapılması gerektiğini saptanması işi basit bir düzeyde kalır. İşte bu AMAÇ SAPTAMA AŞAMASI’ nın görevidir. Ama amaçları gerçekleştirmeye başlamadan önce bir başka aşamaya geçilmesi gerekir. Bu aşamanın gerekli olduğu yöneticiyle sorunlu olan kişinin açıkça göremediği durumlarda yardımcı tabloları çok yararlıdır. Bu tablolar yardımı ile amaç DESTEKLENİR. Yönetici destekleme aşamasında ; açıklama, gösterme, deneme ve eleştiriden oluşturulan bu çerçeveyi unutmaması gerekir.
İZLEME :
İzleme aşamasında yönetici saptanan amaç ve alt amaçlara ulaşma çabalarını gözler. Burada yapılmasına karar verilen şeylerin yerine getirilip getirilmediği ve bunların işe yarayıp yaramadığı araştırılır. Gördüğü başarılar onaylayarak ödüllendirilir, stratejinin adım adım gerçekleşmesinin gözetim ve başarısızlık durumlarında süreci çözümleyip gerekli önlemleri alır. Bu amacın gerçekleşmemesinin çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin kimisi iyi kimisi de kötüdür. Amaca ulaşmamasının yedi nedeni vardır ve bu nedenler bu bölümde yer almıştır.

1. Gerekenlerin yapılması için fırsat çıkmamıştır.
2. Amaç kötü seçildiği için ulaşılması olanaksızdır.
3. Strateji kötü seçilmiştir ve adımlar fazla büyüktür.
4. Sorunu olan kişinin daha fazla desteğe gereksinimi vardır.
5. Durumu değişmiş ve sorunu ortadan kalkmıştır.
6. Sorunu olan kişi değişmiş ve sorun ortadan kalkmıştır.
7. Sorunu olan kişinin motivasyonu yada özgüveni yeterli değildir.

DAADİ : Yönetim için bir araç Daadi çeşitli yöntem becerilerini içeren düzenli bir süreçtir. Bu nedenle sorun çözmenin yanı sıra değişik alanlarda da kolaylıkla kullanılabilir. Daadinin başka alanlarda kullanılmasına örnek vermek gerekirse

1. Daadi becerilerinin günlük yöntem etkinliklerinde kullanılması
2. Şefinizle ilişkilerinizde kullanılması
3. Küçük gruplarda kullanılması

Son Padişah Vahdettin (Yılmaz ÇETİNER)

Osmanlı İmparatorluğu; Avrupa Devletleri’nin aralarındaki rekabeti kullanabilen bazı padişahlar ve devlet adamları sayesinde ayakta kalmayı başarabilmiştir. Ancak, Avrupa’da gelişen bağımsızlık hareketleri ile sanayi devrimi neticesinde Osmanlı İmparatorluğu radikal çözümler üretemediğinden, o dönemde Avrupa’nın ve kendisine bağlı azınlıkların zorlamalarına dayanamaz olmuştur. Azınlıklar bir bir bağımsızlıklarına kavuşmuş, yapılan savaşlarda mağlubiyetler arka arkaya gelmiştir.Bütün bu olumsuzluklara rağmen bir de 1 nci Dünya Savaşına katılmak zorunda kalan devlet daha çok batağa saplanmıştır. Bütün bu savaşlar neticesinde halk yorgun ve bitkin bir vaziyette günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamaz duruma gelmiş, morali bozulmuş ve ümidini kaybetmek üzere bir durumda bulunmaktadır. Avrupa devletlerinin imparatorluk üzerindeki baskıları giderek daha da artmakta, bir de buna iktidar çekişmeleri eklenince istikrarsızlık ortamı hat safhaya ulaşmaktadır. Tam bu zamanda, 3 Kasım 1918 tarihinde, Padişah Mehmet Reşat ölmüş,onun yerine kardeşi Vahdettin padişah olmuştur. Zaten Vahdettin padişah olduğunda 1 nci Dünya Savaşı’nın kaderi çoktan belli olmuştu. İşte bu eser son padişah Vahdettin ile onun dönemini yorum katmadan belgelere dayandırarak anlatan bir kitaptır. Çocukluğumuzda hep okullarda “Vatan haini, ülkeyi satan sonra da kaçan padişah” olarak okutulan Vahdettin’e haksızlık yapıldığı, onun aslında şartların esiri olarak bazı yanlışlıklar yaptığı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugüne kadar yapılan yanlış uygulamaların, yönetim hatalarının ve iktidar mücadelelerinin neticesinde pozitif bilimlere ve gelişen dünyaya ayak uyduramayan koca bir imparatorluğun hazin sonu bu kitapta açıkça görülmektedir.
Zaten her şey bitmiş, her şey kaybedilmiş bir durumda, son padişah Vahdettin’in de yapacağı bir şey kalmamıştır. Onun döneminde, vaziyeti kurtarma, durumu idare etme ve saltanatı koruma devlet yönetiminin temelini teşkil etmiştir. Var olan iktidar mücadelesi daha da hızlanmış ve yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı Padişah Vahdettin doğru kararlar verememiş, kendi emniyeti açısından hep çevresinde güvendiği ve aileden gelen şahısları iktidarda tutma temayülüne gitmiştir. Ancak durumun vehametini gören Atatürk gibi idealist askerler zaman zaman yetkilerini de aşarak ülkeyi kurtarmak için büyük bir çaba içine girmiştir. Gerek padişahın tutumu, gerekse hukuki bazı olumsuzluklar yüzünden bu idealist, vatansever ve ileriyi gören yürekli insanlar zaman zaman bir çok olumsuzluklarla karşılaşmışlar, bunun neticesinde de müdahale süresi uzamıştır. Bu kişilerin faaliyetleri bütün hukuki yollara başvurmalarına rağmen devamlı İstanbul hükümeti tarafından baltalanmıştır. Bunun neticesinde Atatürk ve ekibi “Vatanı yine milletin azim ve iradesi kurtaracaktır” parolasından hareketle çalışmalara başlamış ve başarılı olmuşlardır. Bu kitap, dönemin şartlarını ve beceriksiz insanların bir ülkeyi ne duruma getirebileceğini göstermesi açısından ibretle okunması gereken bir kitaptır. Ayrıca; ülke menfaatlerini kendi menfaatlerinden daha hakir gören, korkak ve beceriksiz insanların düştükleri durumu ve çaresizliklerini de gösteren bir ibret abidesidir. Yıllarca süren savaşlarda yorgun düşmüş, ümidini yitirmiş bir halkın yürekli, dinamik, şartları sorgulayan, iyi yetişmiş liderler sayesinde başaramayacağı hiçbir iş olmayacağını vurgulayan bir tarihsel belgedir. Bu nedenle kitabın daha iyi anlaşılabilmesi için biraz tarih bilgisine ihtiyacı vardır. Sadece salt bir olaylar zinciri gibi roman tarzında okunduğunda elde edilebilecek pek fazla bir şey bulunamayacağı kanaatindeyim

Siyasetin Doruklarında (Mıchel BESCHLOSS, Strob TATBOTT)

Bu kitap, 20 nci yy’ ın sonuna damgasını vuran en önemli olayın, Soğuk Savaş’ın sona erişinin perde arkasını anlatmaktadır. Oyunun baş aktörleri olan George Bush ve Mihail Gorbaçov arasındaki, kimi yönleriyle işbirliği kimi yönleriyle de diplomatik satranç olarak nitelenebilecek ilişkinin bilinmeyen yönleri, Kremlin, Beyaz Saray, Pentagon, CIA, ve KGB’ de kapalı kapılar ardındaki toplantıları gözler önüne sermiştir. Bu gülerin Soğuk Savaşı ağır ağır eritmesi… Almanya’ nın birleşmesi için yapılan oyunlar, Körfez Savaşı sırasında SSCB ile yaşanan neredeyse Soğuk Savaşı yeniden canlandıracak kritik anlar. Her iki lider bu zorlu mücadeleyi birbirlerine karşı değil, kendi ülkelerindeki güçlere karşı verirler. Müthiş bir hızda yaşanan bu gelişmeler Soğuk Savaş dengelerini alt üst edip yeni bir dünyayı biçimlendirmiş ve baş oyuncularını da alaşağı etmiştir. Bunu nedeni de iki liderin birbirlerine aşırı güvenmeleridir.
Olayın esas kahramanları; ABD başkanı George Bush ve onun Dış işleri Bakanı Jemes Baker ile Rusya lideri Mihail Gorbaçov ve onun Dış İşleri Bakanı Edward Sevardnadze.
Gerge Bush’ un 23 Ocak 1989 günü Mihail Gorbaçov’ u telefonla arayarak Amerikan – Sovyet ilişkilerinin gelişmesi konusunda ayak sürümeyeceğini belirtmesi ile başlayan diplomatik süreç Sovyetler Birliği’ nin dağılma sürecini de başlatmış oldu. Bu dağılma süreci de yeni bir Amerika İmparatorluğu’ nun başlangıcını oluşturdu. Görülmemiş bir domino etkisi yaratan bu gelişmeler, sadece Sovyetler’ in değil Demir Perde efsanesinin de sonu olur.
Bu tarihi süreç George Bush’ un 20 Ocak 1989’ da Başkanlığa seçilmesiyle başlamış ve 25 Aralık 1991’ de Mihail Gorbaçov’ un artık “ dünün adamı “ olduğunu görmesiyle son bulmuştur.
Olayın ve dönemin kahramanlarından Bush’ un SSCB ile olan yakın diyalogu Başkan Yardımcılığı yaptığı dönemde başlamıştır. Ronald Reagan döneminde Başkan Yardımcısı olan George Bush ılımlılığıyla tanınmaktadır. Oysaki Reagan Sovyetlere karşı sert tavırlar sergilemekteydi ve ılımlılığıyla tanınan Bush’ u Dış işlerinde ön plana çıkarmak istemez. Ancak Gerge Bush, Reagan’ ın Sovyetlere karşı sert tavır ve sözlerinden rahatsız olduğunu, özel görüşmelerinde ifade etmiştir. Bush ile Gorbaçov arasındaki bu yakınlaşma Bush’ un Başkan Yardımcılığı döneminde, SSCB ziyaretleri sırasında da pekişmiş oldu.
1986 Ekim ayında Reagan Gorbaçov’ la Reykjavik’ te buluştur. Bu buluşmanın amacı her iki ülkenin nükleer silahlarında önemli bir indirim yapılmasıdır. Bu beklenmedik teklif daha ilk adımda anlaşmazlıkla sonuçlanmıştır. Ancak 1987 yılında Washington’ da orta menzilli nükleer füzeleri yasaklayan bir anlaşma imzalanır. Bu ABD – SSCB ilişkilerinde önemli bir adımdır. Gorbaçov’ un estirdiği bu olumlu hava BM’ de yaptığı şu konuşma ile daha da pekişmiş olur “Güç kullanımı ya da tehdidi artık bir Dış Politika aracı olmayacaktır. SSCB’ nin askeri doktrini tümüyle savunmaya yönelik bir konuma gelecektir. Doğu Avrupa’ daki yarım milyon asker, tank, top ve savaş uçaklarından bir kısmı geri çekilecektir.” Gorbaçov’ un kendi ülkesinde başlattığı “glasnost ve prestroika” hareketi uluslar arası platformda da yayılmış olur. Bunların hepsi Reagan döneminde olur. Washington ile Moskova arasında ilişkiler düzelmiş ve silahların kontrolü ile diğer konularda bir dizi anlaşma yapılmasına karşılık Sovyetler yeni silah üretmeye ve uluslar arası alanda güç göstermeye devam etmektedir. Dolayısıyla pek çok Amerikalı ülkelerinin oyuna getirildiğini düşünür. Bunun sonucunda da Bush seçimleri kazandıktan sonra ABD – SSCB ilişkilerinde bir duraklamaya gidilmesini emreder ve gelişmeleri izlemeye koyulur. Çünkü Sovyet savaş kapasitesi değişmediği sürece Amerikalılar Gorbaçov’ dan kuşkulanmalıydılar.
Gorbaçov 6 Nisan 1989’ da Londra’ da Margaret Thatcher’ la görüşür ve ABD-SSCB ilşkilerindeki duraksamadan duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Thatcher ise yaptığı basın toplantısında Gorbacov’ a güvendiğini ve onunla iş yapılabileceğini belirtir. Böylece Thatcer ABD ve Rusya arasında arabulucu rolünü üstlenir. Thatcher’ in bu tutumu gerek ABD gerekse Avrupa ülkelerinde Gorbacov’ a olan şüpheci bakışların biraz olsun yumuşamasına neden olur.
Gorbaçov iktidara gelince, Sovyet savunma harcamalarının kısıtlanmasını ve SSCB’nin batı ile rekabetten çekilmesi görüşüne uygun olarak karşılıklı silah indirimi fikrine sıcak bakmaktadır. Ancak NATO için ABD’ nin nükleer silahları, SSCB’ nin iki avantajına karşı çok önemlidir. Bunlardan biri SSCB’ nin Batı Avrupa’ ya olan coğrafi yakınlık diğeri ise Varşova Paktı’ nın NATO’ dan daha fazla asker, tank ve topa sahip olmasıdır. Gorbaçov bu noktayı kabul ederek Sovyet güçlerinde tek taraflı bir indirime gider. Sovyet ordularının Batı Avrupa’ da bulunmasının nedeni Varşova Paktı ülkelerini baskı altında tutmak dır. Eğer Rus ordusu bu ülkelerden çekilirse bu baskı sona erecek ve bu ülkeler belki de kendi kaderlerini tayin ederek Avrupa’yla bütünleşeceklerdi. Tabi ki bunda aslan payını ABD ve Avrupa alacaktır.
Soğuk savaşın SSCB’ nin Doğu Avrupa’ yı işgaliyle başladığı düşünülürse Sovyet askeri varlığının bölgeden çekilmesi Soğuk Savaşın da bitişinin göstergesi olacaktır.
Dışarıda bu gelişmeler yaşanırken Rusya kendi iç çekişmeleriyle de boğuşmaktadır. Gorbaçov’ un reformları içeride pek umduğu gibi gitmez. Ülkede kıtlık başlamıştır. 1986 yılında SSCB’ nin dağılma süreci başladı. Letonya, Litvanya, Estonya Sovyet ilhakını kınayarak bağımsızlık yönünde harekete geçerler. Doğu Alman Hükümeti, yurttaşlarının ülkeden izin almadan çıkabileceklerini açıklamış o gece yüz binlerce kişi Berlin’ i ikiye ayıran duvarın üzerinden atlayarak öteki tarafa geçmişti. Bu SSCB’ nin Doğu Almanya’ da Komünistlerin düşmesine izin vermesi anlamına gelir.
İki lider arasında gerçekleşen Malta Görüşmelerinde öncelikle Rus ekonomisi üzerinde durulur. Prestroika’ nın başarıya ulaşması için ABD’ nin yapacağı yardım paketleri ve önerileri dile getirilmiştir. Bunlardan belki de en önemlisi serbest piyasa araçlarının Rus Ekonomisine entegre olması için ABD’ nin teknik yardım vermesidir. Malta’dan çıkan sonuç soğuk savaş döneminin artık bittiği ve ABD – SSCB arasında önemli bir işbirliği döneminin başlamasıdır.
Bu sırada Rusya’da yaşanan ekonomik kriz Gorbaçov’ un aleyhine işler. Bu durumdan yararlanan Boris Yeltsin Rus Hükümeti liderliği için kampanyasını hızlandırmıştır. Yeltsin Rus egemenliğini savunacağına söz verir. Özellikle açıklanan ekonomik paketin ardından gelen zam dalgası ve ülkede kıtlığın baş göstermesi Gorbaçov’ un politikalarına olan kırgınlığı artırır. Tüm bunların sonucunda Gorbaçov’ a karşı bir darbe girişimi olur. Yeltsin bu darbeye karşı bir tutum izler ve darbecilere karşı koyar. Bu cesur davranış sayesinde kahraman ilan edilir. Daha sonra ABD lideri Gerge Bush’ da darbecileri kınayan bir açıklama yapar ve Gorbaçov’ un görevine geri dönmesi gerektiğini açıklar. Ve darbe başarısızlıkla son bulur. Gorbaçov görevine başladıktan bir süre sonra Komünist Parti faaliyetlerini durdurma kararı alır. Artık Yeltsin dönemi başlamaktadır.
Darbeyle beraber Gorbaçov’ un ve merkezi hükümetin zayıflığının ortaya cıkması Ukrayna, Beyaz Rusya, Moldava, Azerbeycan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tataristan Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilanını da beraberinde getirir.
Artık tek adam Yeltsin’ di Sovyet Ordusu’ da Yeltsin’ i desteklemektedir ve 25 Aralık 1991’ de Gorbaçov istifa eder. SSCB’ nin varlığı artık sona ermiştir. Rus lideri Gorbaçov gibi ABD lideri George Bush’ da kendi halkı tarafından reddedilip seçimleri kaybeder. Soğuk Savaşı sona erdiren bu iki başkan artık yoktur.

Siyaset, Bilim ve Tarih Bilinci (Doğan ÖZLEM )

En yaygın tanımlarından birine göre felsefe; varlık, doğa, insan, toplum, ahlak, vd. üzerine genel ve soyut kavramlarla sürdürülen teorik bir sorgulama ve evrensel bir açıklama çabasıdır. Bu tanımın özellikle Platon ve Aristotales’le birlikte batı felsefe tarihinde en yaygın felsefe haline gelmiş olduğu ve batı felsefesine ortaya konulmuş büyük felsefe sistemlerinin bu tanıma uygun ve “evrenselci” denilebilecek bir felsefe tipini ürünü olduklarıda açıktır. Ne var ki, daha foretes öncesi dönemden beri, etkileri cılız kalmakla birlikte, felsefeyi böyle anlamayan şüpheci (septik), sofist. adcı (nominalist) filojoflar, evrenselciliği ve hatta mantıksal / rasyonel bir işlem olarak teorizasyonu reddeden tekbenci (solipsist) , romantik, irrasyonalist, vitalist / atılımcı (Bergson) , yorumlamacı (hermeneutik) felsefe anlayışları da hep olmuştur. özellikle 19.yüzyılın başlarından bu yana, evrenselci felsefe tipine yoğun bir tepkinin ürünü olarak ‘tekilci / tarihselci / yorumlamacı‘ denebilecek bir felsefe tipinin, evrenselciliği ve teorizasyonu reddeden felsefelerin bazı yönlerini bir araya getiren bir tip olarak geliştiği görülür. Kedi içindeki çeşitlenmeleriyle böyle bir evrenselciliğe karşı bilgide ve eylemde tepkilerin doğmaması imkansızdı. Bu tepkiler evrenselciliğin damgasını bastığı aynı 300 yıl içerisinde giderek artmış ve değişik öğretiler içerisinde ifadesini bulmuştur. Bu tepkilerin ortak yönleri, evrenselciliğe karşı tekilci ve tarihselci kalkış noktalarından hareket etmeleri olmuştur. Evrenselciliğin son 300 yıldaki ezici yaygınlığı dolayısıyla su yüzüne fazla çıkmamış olsa da, bu dönem iki felsefe, iki bilim, iki siyaset anlayışının çatıştıkları bir dönem olmuştur. Konuşmamı 6 alt başlık altında yapmayı planladım:
1. Sivil itaatsizliğin Özellikleri ve Tanımı,
2. Hukuk Devleti Konsepti İçinde Sivil İtaatsizlik,
3. Doğal Hukuk Geleneği İçinde Hukuk Devleti,
4. Liberalizm ve Liberal Demokrat Hukuk Devleti
5. Bir Felsefe Problemi Olarak Hukuk-Etik-Siyaset İlişkisi,
6. Sonuç
1. SİVİL İTAATSİZLİĞİN ÖNEMİ VE TANIMI :
İlk altı başlık altında ‘sivil itaatsizlik‘ kavramının ne ifade ettiğini belirlemek istiyorum. Dün bu kavramın içeriği üzerine pek çok şey söylendi. Bu etapta dün söylenenlerin bir bakıma özeti sayılabilecek bir derleme ve buna dayalı bir tanım yapmaya çalışacağım. İkinci alt başlık altında, sivil itaatsizlik fenomeninin ‘hukuk devleti‘ ile bağıntısını kurmayı deneyeceğim. Üçüncü olarak hukuk devletini ‘doğal hukuk‘ kavramı kapsamında ele alacağım. Bunu takiben doğal hukuku liberal aydınlanma felsefesiyle koşutluk içinde bir yere oturtmaya gayret edeceğim. Beşinci sırayı hukuk- etik siyaset ilişkisinin bir felsefe problemi olarak ne ifade ettiğine ayırıyorum.
2. HUKUK DEVLETİ KONSEPTİ İÇİNDE SİVİL İTAATSİZLİK :
Daha tanımında ve özelliklerinin irdelenmesinde ve eleştirisinde, sivil itaatsizliğin “hukuk devleti” ile ilişkisi açıkça ortaya çıktı. Sivil itaatsizliği bir üst basamakta irdelemek için, onun “hukuk devleti” kavramı ile bağlantısının irdelenmesi gerekiyor.
“Hukuk Devleti” için pek çok tanım yapılmış, onun bir çok niteliği, öğesi sıralanmıştır. Ancak özellikle günümüzde “hukuk devleti” denince ilk akla gelen özellikler şöyle sıralanabilir :
a) Seçme ve seçilme özgürlüğü,
b) İfade ve örgütleme özgürlüğü
c) Yasalar önünde eşitlik
d) Mahkemelerin bağımsızlığı
e) Yasama, yürütme ve yargılama erklerinin ayrıldığı (kuvvetler ayrılığı)
f) Kişinin bedensel ve psikolojik bütünlüğünün dokunulmazlığı(işkence ve eziyet yasağı), gelir farklılıklarına rağmen, insanların kendilerini geliştirme koşullarının varlığı) farklılıklarının kabul edilmesi (azınlık hakları, çoğulculuk),
g) Çoğunluk kuralı
3. DOĞAL HUKUK GELENEĞİ :
Her hukuk devleti, tarih boyunca, mevcut yasal düzeni yani pozitif hukuku gerekçelendirmek, onu bir üst otorite veya dogmaya ya da bir felsefi ilkeler demetine dayandırmak istemiştir. Batı düşüncesinde “doğal hukuk” kavramının ortaya çıkması da böyle bir ihtiyacın ürünüdür. Böyle görüldüğünde, doğal hukuk, pozitif hukuk düzenine (legalite) meşruluğunu (legitimite) veren, vermesi gereken, vermesi istenen ilkeler topluluğu olarak tanımlanabilir.
4. LİBERALİZM VE LİBERAL DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ :
Demokratik hukuk devletinin hukuk devletinin türlerinden biri olabilir; demokratik olmayan bir hukuk devletinin de konsept ve fenomen olarak varlığına işaret etmek isterim. Bunun gibi, demokratik hukuk devletini de, kendi içinde çeşitlendirmek gerekir. Bu çeşitler içerisinde özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren birbirleriyle çekişme ve rekabete girmiş olan iki konseptten, “liberal hukuk devleti” konseptlerinden söz etmek gerekir. Bilindiği üzere, liberal hukuk devleti ile sosyal hukuk devleti konseptlerini birbirinden ayıran en temel yön, her ikisinin de özgürlük ve eşitlik ilkelerinden hareket etmelerine karşılık, birincisinin önceliği özgürlüğe, ikincisinin ise eşitliğe verilmiş olmalarıdır. bizim Batı’ da yaygın ve egemen olarak tanıdığımız demokratik hukuk devleti konseptinin ve fenomeninin “liberal demokratik hukuk devleti” olduğu açıktır.
5. BİR FELSEFE PROBLEMİ OLARAK HUKUK-ETİK SİYASET İLİŞKİSİ VE SİVİL İTAATSİZLİK :
Hukukçular ve hele hukuk felsefecileri, hukuku, mümkün olan en yüksek soyutluk derecesinde ve en kapsayıcı kavramlar ve ilkeler üreterek temellendirmek isterler.Çünkü bilindiği üzere, bir hukukun en yüksek normatif geçerliliğe sahip olabilmesi, ancak böyle bir soyutluk ve genellikle sağlanabilir.normatif geçerlilik, bilindiği gibi etiğin de temel amacıdır. Ve örneğin Kant’ ın belirttiği gibi, hukuk, en nihayet etik postülalara dayanır. Yine Kant’ a göre, hukuku etiğin de üstünde bir genellik ve kapsayıcılıkla temellendirme çalışmalarının hepsi, açık ya da örtük bir halde yinede etik postülalardan yola çıkar.
6. SİVİL İTAATSİZLİĞİN ÖNEMİ VE DEĞERİ :
Buraya kadar, suya atılan taşın meydana getirdiği halkalar örneği, konuları en içteki halkadan en dıştakine doğru giderek irdelemeye ve değerlendirmeye çalıştım.”Sivil itaatsizlik”i çevreleyen halka “ liberal demokratik hukuk devleti” ydi. Onu çevreleyen halka “ demokratik hukuk devleti” oldu. sonraki halkayı “hukuk devleti” oluşturdu. Hukuk devletini ”doğal hukuk” halkası izledi. Modern dönemde doğal hukukta meşrutiyetin kaynağının ortak insan aklında bulunduğunu belirtmeye çalıştım ve doğal hukuk anlayışının liberalizmle ilişkisi üzerinde durarak bir üst halkaya geçtim. son olarak bir tarihsel ve toplumsal fenomen olarak hukuka bir felsefe sorunu olarak, en üst halkada bakmayı denedim.

Sınıf Arkadaşım ATATÜRK (Ali Fuat CEBESOY )

Ali Fuat CEBESOY, kitabın başlarında ATATÜRK ile ilk olarak nerede ve nasıl tanıştığını anlatmaktadır. Eski adı “Mekteb-i Harbiye-i Şahane” olan Harp Okulu’nda bir Cuma günü tanışmışlardır. Ali Fuat CEBESOY, babasının tüm ısrarlarına rağmen asker olmak istemiştir. Babası ise, aile fertlerinin çoğunun asker olmasından dolayı, onun sivil bir meslekte başarı göstermesini istemiştir. Ne var ki, Ali Fuat CEBESOY içindeki askerlik sevgisini yenemez ve sınavlara girerek “Mekteb-i Harbiye-i Şahane”ye kabul edilir. Okulda, Dahiliye Müdürü Albay İbrahim BEY ve Nöbetçi Subay tarafından, birinci sınıfın Birinci Kısım Çavuşu Mustafa Kemal’e teslim edilir. Böylece, Türk Tarihi’ ne şan ve şeref veren Mustafa Kemal ile tanışırlar. Ali Fuat CEBESOY kitabında Mustafa Kemal’in öğrencilik yıllarından bahsetmiştir. Mustafa Kemal’in öğrenim döneminde etkilendiği en önemli olaydan da bahsetmiştir. Mustafa Kemal Manastır Askeri İdadisi’nin ikinci sınıfında iken Türk-Yunan Savaşı vuku bulmuş ve Türk Ordusu Yunan Ordusunu mağlup etmiştir. Buna herkes gibi Mustafa Kemal’de sevinmiş ve o da tüm Türk Milleti gibi “Padişahım çok yaşa!” haykırışlarına tüm samimiyeti ile katılmıştır. Fakat dönemin Yunan Hükümeti Rusya’ya müracaat edince Çar ikinci Nikola, padişaha telgraf çekmiş ve kan dökülmeden karşılıklı müzakerelerle sorunun halledilebileceğini söyleyerek Sultan Ethem Paşa’ya geri adım attırmıştır. Manastır’da hala “Padişahım çok yaşa!” naraları atılmakta, Mustafa Kemal ise ilk defa bu dileğe katılmadığını belirtmektedir.
Harp Okulu yıllarında kendisi ile aynı fikri paylaşan okul arkadaşlarıyla kendi aralarında sohbetler etmişler, bağımsızlık ve özgürlüğün temellerini de yavaş yavaş atmaya başlamışlardır. Mustafa Kemal büyük çalışma ve büyük azim örneği göstererek Harp Okulu’nu 459 öğrenci içinde sekizinci olarak bitirmiş ve bu derecesi ile Erkan-ı Harbiye, bugünkü adıyla Harp Akademisi‘ne girmiştir. Buradan da yüksek dereceyle mezun olup Kurmay Yüzbaşı olarak göreve başlamıştır. Harp Okulu’ndan mezun olan arkadaşları ile konuşmalar yapmış, üç yıl sonra mezun olacağı Harp Akademisi’nden sonra milli mücadelenin tabanını oluşturmak istemiştir. Harp Akademisi yıllarında Mustafa Kemal harp sanatını, hocası Yarbay Nuri Bey’in desteği ile en iyi şekilde öğrenmiştir. Mustafa Kemal, Kurmay Yüzbaşı olarak okuldan mezun olmuştur. Ancak yaptığı çalışmalar Kabasakal Mehmet Paşa tarafından öğrenilmiş ve Mustafa Kemal tutuklanmıştır. Fakat Mustafa Kemal’in, içlerinde Ali Fuat CEBESOY’un da bulunduğu tutuklulukları kısa sürmüştür. Onlar Üçüncü Ordu’ya tayinlerini beklerken sarayın müdahalesi ile Şam’daki Beşinci Ordu’ya staj görmek için 5 Şubat 1905’te atanmışlardır. İlk zamanlar Mustafa Kemal burada aradığı ortamı bulamayarak milli mücadeleyi az sayıdaki arkadaşlarıyla konuşmaktadır. Ama zamanla amacına ulaşarak, ”Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” adını verdiği gizli örgütü Şam’da kurdu. Bu arada izin alarak Üçüncü Ordu’ya Makedonya’ ya gitmiş ve milli mücadelenin en iyi burada filizleneceğine inandığından burada yakın arkadaşlarıyla “ Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurmuştur.
Ali Fuat CEBESOY, kitabında Mustafa Kemal’in milliyetçi yönünden de bahsetmiş ve bununla ilgili bir anısını da anlatmıştır. Mustafa Kemal topçu stajını Şam’da yaparken, Ali Fuat CEBESOY ise stajını Selanik’te yapmaktadır. Ali Fuat CEBESOY, “ İttihat ve Terakki Cemiyeti” ni ilk olarak burada tanımış ve bu cemiyete katılmıştır. Bu cemiyetin ise bir lideri yoktur. Ali Fuat CEBESOY, cemiyetin lidersiz olarak fazla bir aşama kaydedemeyeceğini düşünmektedir. Aklından geçen en iyi lider Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal ise Şam’da Beşinci Ordu Kurmay Dairesi’nde Kolağası (Ön Yüzbaşı; Yüzbaşılık ile Binbaşılık arasındaki rütbe) olarak görev yapmaktadır. Fakat tek hedefi Makedonya’ya, Selanik’e gitmektir. Çünkü en iyi mücadelenin orada verilebileceğini bilmektedir. Bu hedef çerçevesinde Hakkı Paşa’ya Selanik’e atanması konusunda ricalarda bulunur. Hakkı Paşa da bu atamayı uygun görür. Mustafa Kemal, 16 Eylül 1907’de Üçüncü Ordu’ya atanır. Ancak daha Selanik’e varmadan Müşirlik Dairesi onu Manastır’a atamıştır. Ne var ki, bu bir formalitedir. Çünkü Ordu merkezi dahilindedir. Mustafa Kemal Selanik’e geldiğinde, bir kolayını bulup onu Kurmay Kurulu’nda görevlendirmişlerdir. Mustafa Kemal Selanik’te çalışmalarına başlar, bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Vatan ve Hürriyet Cemiyeti birleşir.
Mustafa Kemal’in hedefi sadece Padişaha Meşrutiyet’i kabul ettirmek değildir. Bu Meşrutiyet’i kendi başına bir Türk Devleti üzerinde kurmaktır. Büyük çabalar ve çalışmalardan sonra 23 Temmuz 1908’ de önce Manastır, daha sonra Selanik’te Meşrutiyet ilan edilir. Selanik “Yaşasın Hürriyet !” naralarıyla sallanırken Mustafa Kemal’in aklında ise hürriyetin ilan edilmesinden çok “Ya şimdi ne olacak ?” sorusu dolaşmaktadır. Zira devrimin önderi ve uygulayabileceği bir programı yoktur. Meşrutiyetin ilanından sonra yapılacak ilk davranış, orduyu politikadan kurtarmak olacaktır. Zira devrimi başarmak için orduya dayanan İttihatçı önderler iktidarlarını sürdürebilmek için ordunun politik çalışmalarında gereksinim duymaktaydılar. Bu süreç içinde Mustafa Kemal’i uzaklaştırma çabalarına kalkışmışlar ve Trablusgarp’a oradaki isyanı bastırmak üzere göndermişlerdir. Asıl amaçları, bu isyanda Mustafa Kemal’in tuzağa düşürülmek ve silahlı çatışmada öldürülmesini sağlamaktır. Fakat Mustafa Kemal bu tuzağa düşmeyerek isyanı süratle bastırmış ve Selanik’e dönmüştür. 14 Nisan 1909’da İtalyan gazeteleri İstanbul’da bir ayaklanma olduğunu, meclisin kapandığını yazmışlardır. O zaman kullanılan Rumi takvime göre bu tarih 31 Mart 1325’tir. Eski düzenin geri gelmesini isteyen gericilerin çıkardığı bu isyan, tarih sayfalarına 31 Mart Olayı olarak geçmiştir. 15-16 Nisan gecesi, Mustafa Kemal önderliğinde Hareket Ordusu ve bu orduya katılan Mahmut Şevket Paşa ve Kolağası Kazım Karabekir’in birlikleri, 19 Nisan’da İstanbul halkına bir bildiri yayınlamışlardır. 24 Nisan’da Hareket Ordusu, Sirkeci, Aksaray, Beyoğlu ve Edirnekapı yönlerinden İstanbul’a girmişti. 27 Nisan’da ise Milli Meclis halinde toplanıp, Sultan Hamit’i indirerek yerine Reşat Efendi’yi Sultan Beşinci Mehmet adıyla tahta çıkarmışlardır. Bu süreçten sonra ise istiklal mücadelesine gidilmektedir. Ali Fuat CEBESOY mektubunu şöyle sona erdirmektedir: “Mustafa Kemal’le beraber geçirdiğimiz okul ve genç subaylık anıları burada sona ermektedir. Başımızdan politik fırtınalar ve aramızdan kara kedilerin geçtiği oldu, ama dostluğumuz hiçbir zaman bozulmadı. Ölünceye kadar iki yakın arkadaş olarak kaldık. Ben bu arkadaşlıktan daima övünç ve kıvanç duydum. Sevgili sınıf arkadaşım, değerli kardeşim ATATÜRK, nur içinde yat...”

Simyacı (Özdemir İNCE )

Romanın kahramanı Santiago’nun anne ve babası rahip olması için onu papaz okuluna göndermiştir. Santiago, okuldan arta kalan zamanlarında babasına ait koyun sürüsünü otlatmaya götürür, bu sayede dağ, taş, tepe demeden Endülüs’ü gezerdi. Onaltı yaşına geldiğinde rahip olmak istemediğini, okuldan ayrılmayı ve gezginci olmak istediğini babasına söyler. Bunun üzerine babası da, oğluna içinde üç adet altın İspanyol parası olan bir kese vererek oğluna “git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş” der ve oğlunu kutsar.
Santiago’nun sırtında bir heybesi ve içinde de yatarken yastık olarak başının altına koyduğu bir kitabı ve yamçası vardı. Önce, babasının vermiş olduğu parayla bir koyun sürüsü alır ve yaşamının büyük düşünü gerçekleştirmeye başlar; artık geziyordur. Bazen “Papaz okuluna Tanrı’yı aramak için nasıl gidebilirdim?” diye düşünüp bunun kendisini sıktığını düşleyip tekrar kendi yazıgısı doğrultusunda bir başka yolculuğa çıkıyordu. Ancak dünya çok büyüktü, sonu gelmiyordu. Kısa bir süre de olsa koyunlarının kendisine yol göstermesine izin verse de sonunda bir yığın ilginç şeyler keşfederek tekrar onların peşinde sürüklenmekteydi. Her gün yeni bir yere gittikleri otlaklar değiştiği halde bazen mevsimlerin bile birbirine benzemediğini dahi anlamıyorlardı. Koyunların yiyecek ve sudan başka bir kaygıları yoktu. Dağ, taş, köy kasaba geçip akşam hava karardığında koyunları kurtlara karşı emniyete alacak müsait bir yer bulduklarında yatıyor ve sabah hava aydınlanıncada tekrar aynı şekilde gezmeye başlıyordu.
Ancak akşam yattığında uykusunda gördüğü rüyaların da etkisinde kalarak; gördüğü bir düşün gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünüyor ve o şekilde hareket ediyordu. Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitleri’ne gitmesi ve orada hazine bulacağı ona rüyasında söylenmişti. Romanın kahramanı, rüyasını gerçekleştirmek için önce bir falcı kadına rüyasını anlatır. Falcı kadın, kendisine tatmin edici bir cevap veremez, ancak bulacağı hazinenin onda birini kendisine vermesini ister. Bunun üzerine bir daha düşlere inanmamaya karar vererek oradan ayrılır ve yine koyunlarıyla dolaşmaya devam eder. Ancak daha sonra geldiği kasabada karşılaştığı ve kendisini Salem kralı olarak tanıtan yaşlı adamla konuşur, kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam, hayatın gizemleri hakkındaki bilgiye karşılık Santiago’dan sürüsünün onda birini vermesini ister. Sarayına davet eder ve çobanı bir teste tabi tutar. Bir yemek kaşığının içine sıvı yağ koyarak kaşığı ağzında tutarak sarayını gezmesini ister. Bu testin amacı, “mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan” der. Çoban, mesajı almıştır. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet gizemli taş verir ve siyah olanı “evet”, beyaz olanı “hayır” anlamını taşıyan bu taşları “zora düştüğün zamanlarda kullanırsın ancak kendi kararını kendin vermeye çalış” der.
Santiago, falcı kadından ve yaşlı adamdan aldığı işaretlerden sonra Mısır’a gitmek için önce koyun sürüsünü satar ve parasını cebine koyarak yola çıkar. Afrika’nın bir liman şehri olan Tanca’da kendisinin turizm danışmanı olduğunu söyleyen bir Arap çocuğu ile tanışır, Mısıra gidebilmek için sahranın geçilmesinin gerektiği bunun içinde deve almak üzere Arap çocuk ile beraber pazara giderler. Fakat Arap paralarla birlikte kaçarak Santiago’yu bu şehirde parasız pulsuz bırakır. Bunun üzerine Santiago para kazanmak için bir billuriyeci dükkanında çalışmaya başlar. Billuriyeci ile ilişkilerini geliştirdikçe ikisinin de hayallerinin benzer olduğunu farkeder. Ancak billuriyecinin yıllardır kutsal yolculuğa (hacca) gidişini gerçekleştiremediğini öğrenir ve hayallerine ulaşmak için daha değişik yöntemlerle para kazanmalarının gerektiğini anlatır. 6 ay kadar burada çalıştıktan sonra Santiago yeterli parayı kazanarak tekrar yola koyulur. Yolda bir İngiliz’le karşılaşır. İngiliz de aslında simyacıyı aramak için çölü geçmek istemektedir. Birlikte bir deve kervanıyla çölü geçmek üzere yola çıkarlar.
Santiago, çölden de daha birçok şey öğrenebileceğini düşünerek dikkatli gözlemler yapmaktadır. Fakat İngiliz arkadaşı ise elindeki kitapları okumakla meşguldür. Yolda karşılaştıkları güçlüklerde kendi kişisel menkıbelerini aramak üzere yola çıktıklarını söylüyorlardı. Kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimse, “her şey bir ve tek şeydir” sonucuna varır ve neye ihtiyacı varsa onu elde edebileceğini bilirdi. Simyacı, evrendeki sonsuz yolculuğunda en büyük sorunun her şeyin bir ve tek olduğunu anlamak ve bu biricik şeyin kendi gerçek görevini yerine getirmesiyle her şeyin mümkün olacağını bilirdi.
Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam etti.Karşılaştıkları güçlükler karşısında hep kendi kişisel menkıbesine güvendi ve sonunda kumullar tepesine ulaştı. Piramitler, bütün görkemiyle karşısında yükseliyordu. Dizüstü düşüp ağladı ve kişisel menkıbesine ulaşırken rastladığı insanlar için Tanrı’ya şükretti. Hazineye ulaşmak için kumulu bütün gece boyunca kazdı. Sabah gün doğarken doğruldu ve piramitlere baktı. “Gerçekte kendi kişisel menkıbesini yaşayan kimseye karşı hayat cömerttir” diye düşündü. Piramitlerin de ona gülümsediğini hissederek yüreği neşeyle dolu olarak o da piramitlere gülümsedi. Sonunda hazinesini bulmuştu.
Sonuç olarak; Romanın kahramanı Santiago babasının verdiği parayla aldığı koyun sürüsü ile birlikte geceyi geçirdiği eski, yıkık bir kilise bahçesindeki incir ağacı altındadır. Sabah uyandığında gerçekten bulunduğu yeri kazmış ve içi mücevher dolu bir sandık bularak rüyasında gördüğü ve Mısır’a piramitlere kadar gidip bulmayı arzuladığı hazineye kavuşmuştur.
Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken güneşin doğuşunu izlemek için şafak vakti uyanmaya benziyor.

Sigarayı Bırakmanın Kolay Yolu (Allen CARR )

Klasik irade yöntemlerini deneyip sonuç alamayan yazarın yönteminin temelinde neden sigarayı bırakmak istediğimizi tamamen unutarak, sigara sorununu ele alıp şu soruları sormak yatıyor:
1. Sigara içmek bana ne kazandırıyor?
2. Gerçekten zevk alıyor muyum?
3. Bu şeyleri yaşam boyunca ağzıma sokup kendimi zehirlemek ve bunun için bir servet harcamak zorunda mıyım?
Bu soruların cevaplarını içtenlikle verdikten sonra tiryakinin yapması gereken iki şey ise: Bir daha hiç sigara içmemeye karar vermek ve bu yüzden bunalıma gireceğine sevinmek.
Yazara göre tiryakilerin sigara içmeye devam etmelerinin gerçek nedeni nikotin bağımlılığı ve beynimize işlenmiş asılsız inançlardır.
Kimyasal bağımlılıkla baş etmek kolaydır. Nikotin çok kısa süre içerisinde bağımlılık kazanılması açısından dünyanın en güçlü uyuşturucusu olarak bilinse de bağımlılık derecesi o denli güçlü değildir. Etkisini çok çabuk yarattığından yalnızca üç hafta gibi kısa bir süre içinde vücut nikotini atar ve nikotinin eksikliğini beden çok az duyar.
Zor ve önemli olan yıllardır inandırıldığımız aldatmacaların izlerini silmektir. Tiryaki sigarayı zevk aldığı ya da istediği için içmez, saygınlığını yitirmemek için hem kendisini hem de başkalarını sigaradan zevk aldığına inandırmaya çalışır. Sigaraya bağımlı olduğunu, ancak onun sayesinde rahatladığını, sigaranın kendisine cesaret ve güven verdiğini ve onsuz bir yaşamın zevksiz olacağını sandığından dolayı sigara içer. Bir takım güzel duygu ve davranışlardan yoksun kalan sigara içmeyen değil; zavallı tiryakidir. Bütün yaşamı boyunca sağlık, enerji, varlık, iç huzur, öz güven, öz saygı, cesaret, mutluluk, sakinlik, özgürlük ve para gibi maddi ve manevi unsurları tüketir. Stres, can sıkıntısı, konsantrasyon ve rahatlama bahaneleri tiryaki için kendisine sunulmuş sinsi birer tuzaktan ibarettir. İşte beynimize işlenmiş boş inançlardan, sigaranın bir tür destek veya ödül olduğu ve sigarasız yaşamın aynı zevki veremeyeceği inancından kurtulduğumuzda, bırakma yolunda en zor kısmı halletmiş oluyoruz. Yazar bu amaçla bırakma sürecinde bunalıma girmek yerine insanı rahatlatacak düşüncelerin oluşması ve bu süreci nasıl atlatacağına dair tavsiyelerde bulunuyor, sigarada bulduğumuzu sandığımız değerlerin esasında sigara içmeyenlerde var olduğunu ve bırakmanın zannettiğimizden kolay ve hem de eğlenceli olduğunu açıklamaları ve örnekleriyle göstererek okuyucuyu ikna etme yoluna gidiyor.

Seyr-ü Sefain Öncesi ve Sonrası (Eser TUTEL )

Bu kitap, Türk ticaret gemilerini anlatıyor. Dünyada buhar makinasının icadından 63 yıl, ilk buharlı geminin Amerika’lı mühendis Robert Fulton tarafından inşa edilişinden de 21 yıl sonra, 20 MAYIS 1828’de, Sultan 2 nci Mahmut döneminde; ahşap tekneli, yandan çarklı, direkleri yelken donanımı olan “Swift“ adlı vapur yavrusununun İstanbul Limanına yanaşmasıyla başlayan, 170 yılda gelip geçen büyüklü küçüklü yüzlerce ticaret gemisinin serüveni dile getiriliyor.
İlk buhar makinalı gemi, Swift’in büyük yararlarının görülmesi (Rus Harbinde; Donanma’nın yelkenli savaş teknelerini Marmara’dan Karadeniz’e çekmiştir.) üzerine, hemen yeni gemi alınması için girişimlerde bulunuldu. Bu gemiler zamanla ticarette de kullanılmaya başlandı. İlk buharlı ticaret gemimiz 1836’da Fransa’da imal edilen Peyk-I Şevket’tir. Zamanla kendi tersanelerimizde de buharlı gemi inşa edilmeye başlandı. İlk buharlı gemimiz Aynalıkavak Tersanesinde, Amerikan mühendis Forster Rhodes tarafından 24 KASIM 1837’de hizmete açılan Eser-I Hayr’dır. Bu gemiyi Tair-I Bahri, Mesir-I Bahri, Peyk-I Ticaret ve Medari Ticaret adlı gemiler izlemiştir.
Bu gemilerle İstanbul’da, sonra Marmara’da ve yakın sularda başlatılan yolcu ve yük taşımacılığı, zamanla pazar kayıklarının, mavnaların ve yelkenli gemilerin yerini aldı.
Önceleri Tersane-i Amire’nin bünyesindeki kuruluşlar tarafından çalıştırılan bu ilk buharlı yolcu ve yük gemileri, sonra Fevaid-i Osmaniye idarelerine bağlandı. Bu dönemdeki başlıca gemiler Hümarpervaz, Sudaver, Eser-I Nüzhet, Seyr-i Bahri, Vesile-I Ticaret, Girit, Eser-I Ticaret, Dolmabahçe, Bursa, Ticaret-i Bahri, Peyk-I Şevket, Gemlik, Musul, Kılıç Ali, Hümayüniş-I Ticaret, Medar-I Tevfik, Şerefresan, Kartal, Mecidiye, Taif, Gürsur, Savn-I Bahri, Pendik, Kandilli, Ömer Paşa, Yıldız, Tuna, Şehper, Malakof, Vasıta-I Ticaret, Pesendire, Pir-I Levend, Pürsud, Hüma-I Tevfik, Kars, Tahir, Maltepe, Medar-I Fevaid, Hereke, Nüzhetiye, Heybeli, Kadıköy, Büyükdere, Mirkon, Selanik’tir.
Daha sonra İdare-i Mahsusa dönemine geldiğimizde; Anadolu, Zafer, Ceylan, Bozcaada, Kadiriye, Cidde, Şark, Girit, Bahr-I Cedid, Firaz-I Osmaniye, Kamil Paşa, Ali Saip Paşa, Söğütlü, Hasan Paşa, Kaplan, Bingazi, Silivri, Tunç, İstinye, Gedikler, Yenikapı, Aslan, Pars, Mesud, Tekirdağ, Plevne, Nimet-i Huda, Edremit, Selanik, Kadiköy, Nimet, İnebolu, Sofular, Gelibolu, Erenköy, Bartın, İzmir, Kalamış, Marmara, Mekke, Bandırma, Fenerbahçe, Haydarpaşa, Asur, İnayet, Tarsus, Adana, Aydın, Selamet, Hudeyde, Saadet, Mürüvvet, Şerif, Taif, Sakız, Midilli, Canik, Şark, Biga, Samsun, Çeşme, Eser-I Cedid, Şahin, Anadolu, Ferah, Mersin, Eser-I Şevket, Burgaz, Garp, Kosova, Afrika, San’a, Kumkapı, Darıca, İhsan, Neveser, Zonguldak, Yeşilırmak, Tir-i Müjgan, Halep, Şam, Bezm-i Alem, Sakarya ve Şahadet gemilerini görüyoruz.
1874 yılına gelindiğinde İdare’nin vapurları Marmara kıyılarındaki iskelelerle, Karadeniz’de Trabzon ve Varna ile Ege’de Selanik limanlarına düzenli sefer yapmaktaydı. O günlerde Yunanistan’ın Syra adasına posta vapuru yollanırken, Sakız adasına ve Antalya’ya da yeni hatlar açılıyordu. Elindeki 20 geminin büyükleri Varna ve Trabzon gibi uzak hatlara çalıştırırken, küçükleri de Haydarpaşa, Kadiköy, Adalar ve Yeşilköy hatlarında kullanılıyordu. İdare’nin seferde bulunan 16 gemisinden başka, tamirde olan 4 gemisi daha vardı.
Osmanlı döneminin son denizcilik idaresi olan Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresinde; Gayret, Bahr-i Ahmer, Akdeniz, Karadeniz, Giresun, Gülcemal, Gülnihal, Derne, Nilüfer, Reşid Paşa, Mithad Paşa, Keyseriye, Bağdat, Basra, Halep, Kızılırmak, Plevne, Moda, Burgaz, Kadıköy, Adem, Tuzla, Yörük, Biga, Yüzbaşı Murat Bey, Yakacık, Binbaşı Rıza Bey, Alemdar, Kınalıada, Pendik, Maltepe, Bostancı, Büyükdere, Ereğli, Seyyar, Samsun, Mahmud Şevket Paşa, Cumhuriyet, Gazal, Mltepe, İstinye, Bosforduk gemilerini görmekteyiz.
İdare’nin gün oldu yepyeni, çok güzel gemileri oldu, ama yine gün oldu, İdare çaresizlikten gemilerine en gerekli bakımları bile yaptıramaz oldu. Bir ara, yabancı şirketler, İdari gemilerin rıhtıma yanaşmalarını bile engellerken, İdare, filosuna kattığı yepyeni gemileriyle yabancı kumpanyalarla rekabet ettiği parlak dönemler de yaşadı.
Burada Gülcemal gemisinden söz etmeden geçemeyeceğiz. Ticaret filomuzun ilk ve tek gerçek transatlantiğidir Gülcemal. Asıl adı Germanic olan 1874 yılında ilk seferine çıkan transatlantik, İngiltere-Amerika arasında yolcu taşımak üzere 1874 yılında inşa edilmiştir. Atlantiği geçmede hız rekoru kırarak “Mavi Kurdela”’almaya hak kazanmış ve 37 yaşında Osmanlı Seyr-ü Sefain adına satın alınmış, Gülcemal adını almıştır. İlk önce posta seferleri için kullanılan gemi Karadeniz halkının sevgilisi olmuş, 1911’de Sultan Reşat, Gülcemal’le Rumeli Seferine çıkmış, 1914 Birinci Dünya Savaşının çıkmasından sonra asker taşıma maksadıyla kullanılmış, 1915 Çanakkale Savaşı sırasında İstanbul’dan Çanakkale’ye asker taşırken bir İngiliz denizaltısı tarafından bombalanmış ve yaklaşık iki sene bakım görmüştür. 1921-22 Yıllarında New York’a dört sefer yapan Gülcemal böylece Amerika’ya ilk sefer yapan Türk gemisi ünvanını da kazanmıştır. Kurtuluş savaşı öncesi 12 NİSAN 1919 günü DEVRİN 9 ncu Ordu K.nı Kazım Karabekir’in İstanbul’dan Trabzon’a gitmek için kullandığı gemiye, Atatürk’de müteakip kereler binmiştir.
Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 yılında Karadeniz’de Hopa’dan İğneada’ya, Ege’de Enez’den Akdeniz’de Antakya’nın Samandağ önlerine kadar kıyısı olan ülkede küçük sandallar dışında toplam 271 deniz aracı vardı. Seyr-i Sefain İdaresi’nin elinde şehir hatlarında çalıştırılan vapurlar dahil 32 gemi vardı. Tüm Türkiye’de toplam 271 adet gemi buluyordu. Yani tüm deniz araçlarımız tek başına günümüzün büyükçe bir transatlantiği kadardı.
Türkiye Seyr-i Sefain İdaresi 1 TEMMUZ 1933 tarih ve 2.248 sayılı kanunla lağvedildi ve yerine üç müdürlük kuruldu. Bunlar,
- Devlet Deniz Yolları İşletmesi Müdürlüğü,
- AKAY İşletmesi Müdürlüğü

* Fabrika ve Havuzlar İşletmesi Müdürlüğüydü.

Bir buçuk yüzyılı aşan geçmişinde arada bir acı acı eleştirilen İdare hakettiği zamanlar ise, gerçekten yere göğe konulamadı. Bir zamanlar borçlarından iki yakasını biraraya getiremezken, zaman zaman dirayetli yöneticiler sayesinde örnek bir kuruluş olarak da hizmet verdi.
İşte 16 EYLÜL 1928 gününde Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün İzmir gemisi harıra defterini yazdığı yazı Seyr-ü Sefain idaresinin yaptığı başarılı işleri belgeler niteliktedir. “Seyr-I Sefain İdaresi’nin intizam ve mükemmeliyetini her fırsatta her yerde gördüm. Bu defa bana, İstanbul’dan Samsun’a kadar pek güzel ve rahat bir seyahat temin eden “İzmir” vapuru da bunun takdire şayan bir numunesidir.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK.
Karayollarının daha yaygın kullanımı ve özel araçların çoğalmasıyla, deniz taşımacılığının beli büküldü. Büyük yolcu gemisi sayısında azalma görüldü, bazı hatlar kaldırıldı, bazi iskeleler kapatıldı.
Günümüzde ancak karayoluyla ulaşılamayan liman ve iskeleler arasında deniz yolcu taşımacığı sürdürülmekte olup , deniz ulaşımı geçmiş, kimi zaman görkemli günlerini arar durumdadır.

SEVR ENTRİKALARI (Paul C. HELMREICH)

KİTABIN ÖZETİ :
1919 yılı ve 1920’nin ilk aylarında 1nci Dünya Savaşı’nın galip devletlerinin temsilcileri Paris , Londra ve San Remo’da bir araya gelirler. Amaçları ; yenilgiye uğratılan devletlere uygulanacak barış koşullarını belirlemektir. Bu toplantıların sonucunda, doğu sorununa çözüm getirmek maksadıyla Osmanlı İmparatorluğu ile Sevr anlaşmasının imzalanmasına karar verilir.
Savaş zamanı, müttefik kuvvetler kendi aralarında bazı anlaşmalar yaparlar. Bu anlaşmaların konusu Osmanlı İmparatorluğu ve Doğu sorunudur.
30 Ekim 1918 tarihinde Mondoros Mütarekesi imzalanır. Mütarekenin en önemli maddesi , müttefiklerin güvenliğini tehdit eden herhangi bir durumun oluşması halinde müttefiklere işgal hakkını vermesidir. Mütarekede hiçbir koşul öne sürülmediğinden Türkiye bu anlamda kayıtsız şartsız teslim olmuş görünmektedir.
Barış konferansının başladığı günlerde her devletin kendine ait planları vardır. Büyük Britanya’nın hedefi, Alman Ordusunu yok etmek ve yenik ulusların elinde bulunan sömürgeleri ortadan kaldırmak, Hindistan güzergahını emniyet ve denetim altında tutmaktır. Rakibi ise Fransa’dır.
Fransa “Şark’ın büyük Hıristiyan gücü” olduğunu iddia etmekte ve Suriye , Kilikya , Lübnan , Filistin’i istemektedir.
İtalya, Londra Antlaşmasıyla Saint Jean de Maurienne anlaşmasında verilen vaadlerin gerçekleşmesini istemektedir. Fransa ve İngiltere’nin oyunları ile ikinci plana itilmiştir.
Birleşik Devletler , Boğazlarda milletler cemiyetinin nezaretinde bir uluslararası platform kurulmasını savunmaktadır.
Paris Barış Konferansının açılışında büyük güçler temel sorunlarda fikir birliği içindedir. Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasında , Boğazlarda uluslararası bir denetim oluşturulmasında, Osmanlı İmparatorluğunun Arap topraklarından sürülmesinde ve özgürlüğüne yeni kavuşan milletlerin tanınmasında fikir birliği vardır.
Müttefikler yenilmiş. Türkiye büyük toprak kaybetmiş ve İslam dünyası ile ilişkileri kopartılmış ve yalnız bir devlet haline düşürülmüştür.
Yunanlılar Kuzey Epir’i , kıyı adalarını , Bursa’nın bir kısmını , Kıbrıs ve İzmir’i istemektedir. Rodos ve on iki adalar Londra Anlaşmasıyla İtalya’ya bırakılmıştır. Bu nedenden dolayı Yunan-İtalyan gerginliği yaşanır.
Ermenilerin talebi ise Akdeniz , Karadeniz ve Hazar denizi arasında uzanan dev bir Ermeni Devleti kurmaktır.
İngilizler, Filistin’i Suriye’den ayrı kendi egemenliği altında olmasını istemektedir. Siyonistler, Filistin’in Yahudilerin vatanı olduğunu ve Yahudilere bırakılmasını talep etmektedir.
Wilson , kamuoyunun görüşünü açıklığa kavuşturmak ve manda rejiminin ne ile karşılaşacağını görmek için Suriye , Filistin , Mezopotamya ve Ermenistan’a müttefik heyet gönderilmesine karar verir. Fransa ve İngilizler bu karardan hoşnut değildirler. İngiltere , Suriye’nin güney hududu boyunca uzanan toprak parçasını terk etmeye niyetli değildir. Fransızlar Sykes-Picot anlaşması gereğince Fransa’ya tahsis edilmiş topraklarda kendi egemenliği altında bir devlet istemekteydi. İngiltere ve Fransa Wilson prensiplerine karşı Yunan taleplerinin çoğuna destek vermektedir. Bu durum İtalyanları rahatsız etmektedir. Ege adaları , Yunanistan ile İtalya arasında paylaşılamamıştır.
İtalyanlar 1919 Mart ayında asayişi sağlamak amacıyla Antalya’ya asker çıkarmaya başlar. 15 Mayıs’ta da Yunanlılar İzmir’e çıkarma yapar. Tüm bu olaylar karşısında Türkler , teslim ettikleri silah ve cephanelere el koyarak işgallere karşı tepki göstermeye başlarlar.
Yunanlılar işgalin ; Antalya’da İtalyanları , Kilikya’da Fransızları , Ermenistan’da Birleşik Devletleri ve İstanbul’da uluslararası bir gücü bulundurmaya yönelik genel bir planın parçası olduğunu söylüyorlardı. Aynı zamanda büyük güçler tam bir çıkmaza girer. Anadolu ve İstanbul’un nasıl paylaşılacağına bir türlü karar verememektedirler. Wilson, Anadolu’nun parçalanması , Türklerin İstanbul’dan uzaklaştırılması fikri arasında gidip geliyor ve ne yapılacağına karar veremiyordu.
Barış konferansı , Yakın Doğu meseleleriyle ilgili olarak üç sorun üzerine yoğunlaşır. Bunlar; Ermenistan ve Suriye’deki işgal kuvvetlerinin yeniden tahsisi , Küçük Asya’daki İtalya ve Yunanistan’a ait koşullu işgal alanlarının sınırlarını sabitleştirilmesi ve Trakya’daki Bulgar hududunun belirlenmesidir.
Yakın Doğu üzerine çevrilen entrikalar İngiltere ve Fransa’nın arasını açar. İngiltere dostluğunu göstermek için Suriye ve Kilikya’daki tüm askeri birliklerini çeker ve siyasi hakimiyetin Fransızlara geçmesine göz yumar. Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap Yarım Adası’ndaki toprak meselesi; İngilizlerin Suriye’yi Araplara terk etmesiyle çözüme kavuşmuş olur.
İtalya ve Yunan birlikleri arasında uzun zamandır beklenen çatışma, 10 Temmuz günü patlak verir. Bu anlaşmazlık, Aydın-İzmir demiryolunun denetimi Yunanistan’a , Menderes Nehri’nin İtalyanlara verilmesi suretiyle çözüme kavuşturulur.
Ortadoğu’daki karmaşayı gören Amerika, bir süre sonra sahneden geri çekilir. Çıkarları konusunda uzlaşması gereken iki taraf kalır. İngiltere ve Fransa.
İstanbul hükümeti ise ; kurtuluşu Amerika yada İngiliz mandasında görmekte idi. Bu durum İngiltere ile Fransa arasında gerginlik yaratır. İngilizler ve Fransızlar kendi aralarında özel görüşmeler yaparak uzlaşmaya çalışırlar.
Avrupalı güçler , İstanbul ve Boğazlar sorununa çözüm aramaktadır. İngiliz yetkililer , Türklerin İstanbul’dan çıkarılmasını savunur. İstanbul’un Türkler tarafından alınması Ortaçağın sonunu belirlemiş olduğundan ; İstanbul’u boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecektir. Sonunda İstanbul ve Boğazlar Türklerden alınır ve uluslararası bir platform tarafından yönetilen bir bölge olur.
1919 Mayıs’ında ortaya Milliyetçi bir hareket çıkar. Bu hareketin lideri Mustafa Kemal Paşa’dır .Mustafa Kemal Paşa direnişi kuvvetlendirmek için her beldenin önde gelenleriyle bağlantılar kurar. Sivas Kongresi toplanır ve burada izlenecek dış politika belirlenir. Türk devletinin sınırları Misak-ı Milli’de çizildiği gibi olacaktır. Yunanlıların İzmir işgaline şiddetle direnilecektir. Kapitülasyonlar olarak bilinen ekonomik haklar ve yabancı tercihli hukuk sistemi tamamıyla reddedilir.
Avrupalı güçler Kuvay-i Milliye hareketini endişe ile izlemeye başlarlar.1919 sonbaharında gücün hareketi karşısında şaşkınlığa düşerler. İngiliz Savaş Bakanlığı Milliyetçi hareketin iyice kuvvetleneceği korkusuyla İngiliz birliklerinin geri çekilmesini önerir.
Londra konferansı, 12 Şubat 1920 tarihinde toplanır. Fransızlar, Türklerin İstanbul’da kalmasını savunur. Fransız lider, Türkleri dışarı atmanın maliyetini Fransa’nın kaldıramayacağını belirtir. Lyod George ısrarla Türklerin atılmasını savunur ,ama bu tezinde yalnız kalır. Boğazlar için komisyon oluşturulacaktır. Türk devletinin mali denetimi , üç gücün katılımıyla oluşturulan bir heyet tarafından yapılacaktır. Kapitülasyonlar çok geniş kapsamlı olmasından dolayı Londra Konferansı’nda bir çözüme kavuşturulamaz.
Azınlıkların dinsel , siyasi ve ekonomik özgürlükleri tamamen garanti altına alınacaktır. Savaş zamanında istimlak edilen mülkiyetlerin telafisi istenir. Mahkemelerde kendi dillerini kullanabileceklerdir , etnik yada dinsel eğitim sistemlerine izin verilecektir.
İstanbul, 16 Mart günü İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan oluşan bir güç ile işgal edilir. Bu güç padişah otoritesini güçlendirmeye geldiğini beyan etmektedir.
Londra Konferansı’ndan sonra San Remo Konferansı toplanır. Bu konferansta İzmir’in Yunanistan’a katılması için halk oylamasının yapılmasını ve süresinin iki yıldan beş yıla çıkarılması kararı verilir. İtalya’ya, Anadolu’da ekonomik öncelik alanının yanı sıra Ereğli civarındaki kömür yataklarının işletilmesi hakkı tanınır.
Ermenistan’a Erzurum, Erzincan ve Trabzon bırakılır. Batum Gürcülere bırakılır Filistin, İngiliz hakimiyeti altına girecektir. Fransa’ya , Fransız mandası altındaki topraklardan geçen boru hatlarından taşınan petrolün % 25’ne el koyma hakkı tanınır.
Mustafa Kemal, bu olaylar sonucunda İstanbul hükümeti ile ilişkilerini kesmiş ve tamamen Anadolu’ya yönelmiştir. Büyük Millet Meclisini 22 Nisan günü toplar. Ve meclis ertesi gün başkanlığına Mustafa Kemal’i seçerek bir yürütme ve meclis heyeti oluşturur.30 Nisan günü yeni bir hükümetin kurulduğu ve halkın idaresini temsil ettiğini Batı devletlerine resmen bildirir.
Ankara’da kurulan hükümet herkesi direnmeye çağırır. Çağrıyı izleyen birkaç hafta içinde on binlerce Türk İstanbul’u terk edip Anadolu’ya gider ve Milli Mücadeleye katılanların sayısı gün geçtikçe artar.
10 Ağustos 1920 tarihinde Sevres’teki ünlü porselen fabrikasının sergi salonlarından birinde Sevr anlaşması imzalanır.
Sevr Antlaşması, bizi iki sonuca götürür. Doğu sorununu, savaş öncesindeki konumunu muhafaza ederek çözmek. Bu zaman kaybına neden olur ve Yakın Doğu’da yepyeni olaylar meydana getirir. Bu yüzden istikrarlı bir barış hemen hemen hiç mümkün olmaz. Sevr gibi emperyalist bir antlaşmanın tek şansı , tepeden tırnağa yenilmiş ve güçsüz kalmış bir Türkiye’ye uygulanması olabilirdi. Avrupalı güçler arasındaki rekabet ve Anadolu’daki muazzam direniş bunu olanaksız kılmıştır.
Sevr Antlaşması, 20 nci Yüzyılda Ortadoğu sorununa Avrupa’nın getirdiği bir çözümdür. Bu antlaşmanın çözüm olmadığı kısa zamanda anlaşılır. Milliyetçi direniş olarak adlandırılan işgallere karşı koyuş , Mustafa Kemal’in önderliğinde başarıya ulaşır. Sevr beklenenin aksine Türk Milletinde milli bilincin uyanmasını sağlamış, ayakları yere sapasağlam basan , güçlü ve bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortaya çıkarmıştır.

Sevginin Katıksızı (Jack LONDON)

KİTABIN ÖZETİ :Genel olarak romanlarında mekanlarını limanlardan seçen Yazar Jack London"Sevginin Katıksızı" adlı romanında insanlığın eğlence kaynağı olan kimi zaman sevimlilikleriyle hayatlarımızda yer ettirdiğimiz hayvanların özelliklede yazarın sirk hayvanlarının eğitimindeki zorlayıcı insanlığı tedirgin edecek derecede eğlence aşamasına ve sevimlilik kazanmaya geçirilen sürede madalyonun arka yüzünü görmeksizin yadırgadığımız bir o kadar da şaşkınlıkla ürperdiğimiz ama bir türlü bunu görmezlikten gelmek istemememizin yazar sınıf kavramlarıyla hayvanlar ve insanlar arasında ironik bir bağlantı kurarak romanını zenginleştirmiştir. Romanda kahraman köpeğiyle doğal olarak kurduğu iletişim bir zaman sonra köpeğini bir limanda kaybetmesi ve bir zaman sonra sirk hayvanlarının arasında görmesiyle geçirdiği zor evrenin sirk terbiyecisi arasında geçen mücadeleyi romanın ortalarına dek anlatır. Diyologların bol olduğu ve hayvanın hareketlerinin betimlendiği gemideki diğer liman işçileriyle hayvan arasındaki geçen sosyal ilişki insanların birbirleriyle kurduğu sosyal ilişki benzerlikleriyle yazar bu karşılaştırmayı kitabın sonuna dek okuyucuya sunar. Köpek karakterin sirk terbiyecisinden aldığı zülüm, ve işkencenin ve eziyetin köpek üzerinde yansıması gerçek sahibinin kim olduğu içgüdüsünden hayvan terbiyecisi ve izleyicilere saldırıp kaçma aşamasına kadar yemenin, içmenin ve sosyal koşulların rahatlığıyla içgüdüleriyle davranan hayvanın dünya üzerinde yaşayan canlılara dek hayvanlardan aklını kullanan insanlara değin sosyal adaletsizliğin, özgürlüğün, mutluluğun kimin kim üzerinde sahiplik kurduğu kavramları ile okuyucuyu oldukça derin düşüncelere sevk eder. Ayrıca para verip eğlenceye ortak olan madalyonun arka yüzünü görmek istemeyen sirk izleyicilerinin hayvanların üzerindeki insanı şaşırtacak derecede kimliklerinden sıyrılmış, insanların yapabildiği hareketleri yapmaya ve bir anlamda insan olmaya zorlanmış şekildeki hayvanları izlemeleri ve bu duruma olan ilgisizlikleri toplumsal olarak kaçırdığımız. İnsansı kimliğimizin sirk hayvanların ki gibi yitirilmesine göz yuman, bunlara çanak tutan ve görmezlikten gelen, para verip eğlencesine ortak olan içinde yaşadığımız hayatla yazar bir benzerlik kurar. İnsanoğlu konfor sahibi oluncaya kadar geçirdiği zor evrelerin doğallığını yitirinceye kadar kendisini unutur derecede göremediği ayrıntılarımızın bir zaman sonra başımıza ne tip belalar getirebileceğini mutlu olacağım dürtüsüyle mutsuzluğa sürüklenmesi, seveceğim diye sevgisiz kalması, özgür olacağım dürtüsüyle tutsak olması doğadan kopan ve doğaya açtığı savaşla kendini güçlü gösteren insanın (sahibin) tamamıyla yalnız kalması toplumsal olarak göz ardı ettiğimiz gerçekliğimizin hayvanlar ve insanlar ironisiyle okuyucuya, yazar doğallığını yitiren insanın insanlığa olan tehlikesini anlatır.

Sevgi Ve Dostluk Üstüne 365 Söz (Eva SHAV Ç / Şen Süer KAYA)

KİTABIN ÖZETİ :
Farklı değer sistemleri üzerinde yaşadığımız dünyada; “aşk, sevgi, dost, anne, baba, akraba” gibi temel kavramların yaşamımızdaki yerini farklı açılardan anlatan bir kitapçık. Gerçek, derin ve doyurucu bir sevginin anlatıldığı 365 söz.
Aşağıda kitabın bölümlerinden bazı kişilerin söylediği sözler alınmıştır.
1. Paylaşma :
Farsça’da “sevmek” kelimesinin karşılığı “bir arkadaşın olması”dır. “Seni seviyorum” sözcüğü çevrilirse “Arkadaşımsın,” “Seni sevmiyorum” ise “arkadaşım değilsin” anlamına gelir.
Shusha Guppy
Zorluk yaşamın bir parçasıdır ve bunu paylaşmazsan seni yeterince seven insana seni yeterince sevme şansı vermezsin

Dinah Shore
İki insan birbirlerini sevdikleri zaman birbirlerine bakmazlar, aynı yöne bakarlar.

Ginger Rogers
Dostluklar mükemmel değildir ama gene de çok değerlidir. Bana göre her şeyde mükemmellik beklememek büyük bir rahatlamadır.

Letty Cottin Pogrebin
Arkadaşlık sevgilerin güvenilmeye layık tek dokusudur. Sözde sevgi insanlık dışı bir zihin durumudur: sıcakken dürüstçe oynamamın yerini alır; soğukken zalimdir. Ama arkadaşlık soğukken sıcaktır.

Miles Franklin
Dostluk hemen her zaman zihnin bir parçasının başka bir parçasıyla birleşmesidir.

George Santayana
2. İlgi :
Arkadaşlarınıza resimlere davrandığınız gibi davranın, onları en iyi ışığın altına koyun.

Jennie Jerome Churchill
Sevgi her şeyin kapısını açar. Belki de önemlisi insanın kendi gizinin ve çoğunlukla korkunç ve korkutucu gerçek benliğinin kapısını açar.

May Sarton
Bir kişinin yaşamı sevgi, dostluk, kızgınlık ve özenle başkalarının yaşamına değer kattığı sürece değerlidir.

Simone de Beauvoir
Hepimizin öğreneceği en son ders, koşulsuz sevgidir ve bu sevginin içinde yalnızca başkaları değil, kendimiz de varız.

Elisabeth Kübler-Ross
Arkadaşlık doğası gereği bildiğimiz bütün diğer ilişkilerden daha fazla hileden muaftır. Çünkü iktidar, fiziksel zevk ya da maddi kar peşinde koşmadan en az etkilenen, görev ya da sadakat yemininden en çok kurtulmuş bağdır.

Francine du Plessix Gray
Sevgi, merkezden bütün düşünce ve hareket alanlarına yayılarak sızan yaşamsal bir özdür.

Elizabeth Cady Stanton
3. Dinleme :
İyi bir dinleyici, söyleyecek bir şeyi olmayan insan değildir. İyi bir dinleyici, boğazı ağrıyan iyi bir konuşmacıdır.

Katherine Whitehorn
Yaptığın şeylerle başkalarına onlara ilgi gösterdiğini gösterebilirsin.

Ashley Montagu Ph.D.
Başkalarından kötü söz etmek kendimizi övmenin samimi olmayan bir yoludur... Her zaman söyleyecek iyi bir şeyimiz olmayabilir ama her zaman akıllıca bir şey bulabiliriz.

Will Durant
4. Sevinç:
Dostluk istemek büyük bir hata, Dostluk; sanatın ya da hayatın verdiği sevinçler gibi nedensiz bir neşe olmalı.

Simone Weil
Bana öyle geliyor ki sevinç mutluluğun bir adım ötesi - mutluluk şanslıysanız bazen yaşayabileceğiniz bir tür ortamdır. Sevinç ise içinizi umut, inanç ve sevgiyle dolduran bir ışık.

Adela Rogers St.Johns
İnsanın kendisiyle dost olması çok önemlidir. Çünkü bu dostluk olmadan başkalarıyla dost olunamaz.

Eleanor Roosevelt
5. Kahkaha :
Birbirimizi daha komik ve daha akıllı olmaya zorluyoruz... Dostların birbirleriyle sevişme yöntemi böyle.

Annie Gottlieb
Hoşlandığım kişiler arasında ortak bir payda bulamıyorum, ama sevdiklerim arasında bulabiliyorum; hepsi beni güldürüyor.

W.H.Auden
6. Aile :
Bütün sıradan insanlar ev diyebileceği bir şey ister; sıcak ve bakımlı bir aile; ara sıra küçük mutluluklar; arada bir cömert ve büyük bir mutluluk.

Rahibe Jones
Bir paradoks keşfettim: Canım yanana kadar seversem, geriye acı değil, yalnızca daha fazla sevgi kalır.

Rahibe Theresa
Aileler, tıpkı bireyler gibi, benzersizdir. Aile bağlarına önem verin Bu bağlar Tanrı’nın sevgisini ve dostluğunu gösterdiği harika yollardan biridir.

Norman Vincent Peale
Bütün mutlu aileler birbirine benzer, bütün mutsuz aileler ise kendilerine özgü yollarla mutsuzdur.

Leo Tolstoy
En güçlü bağlar doğmamızı sağlayan insanlarla aramızdaki bağlardır... kaç yıl geçerse geçsin, kaç tane ihanet olursa olsun, ailede ne kadar mutsuzluk olursa olsun önemli değil: Kendi irademiz pahasına olsa bile bağımız devam eder.

Anthony Brandt
Hayatı yaşanmaya değer kılan yaşamın küçük basit şeyleridir; sevgi ve görev gibi tatlı temel şeylerdir.

Laura Ingalls Wilder

Sevgi Köprüsü (Konsalik)

KİTABIN ÖZETİ :
“Sevgi Köprüsü” isimli ve Konsalik’in yazarı olduğu bu roman; bir Alman genç kız ve genç bir Fransız ressam arasında geçen aşk, macera ve sürprizlerle dolu bir hayatı konu almaktadır.
Bir Alman olan Eva Bader Fransa’ya eğitim ve para kazanmak ayrıca Fransızca’sını geliştirmek için gelmiştir. Yanlarında kalacağı aile Fransa’da tanınan oldukça zengin bir ailedir. Daha sonra Eva yanında kaldığı ailenin oğlu olan Jules Chabras’a aşık olur. Jules, ailesi zengin olduğu için şımarık bir hayata alışmıştır.
İlk başlarda Eva’ya aşıkmış gibi görünen Jules sonraları değişir ve Eva’ya kötü davranmaya başlar, her fırsatta Eva’ya hakaret edip onun üzülmesi için elinden geleni yapar. Eva’yı hayata küstüren ve onu intihara sürükleyen en son olay ise Jules’in tam 14 serseriden oluşan bir arkadaş gurubunu Eva’nın üstüne salması, bunlar Eva ile eğlenip dalga geçip cinsel tacizde bulunurken Jules’un bu olanlara kahkahalarla gülerek seyirci kalmasıdır.
Eva daha sonra odasına kapanmış, sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkmış, intihar etmek için Zafer Anıtı’na çıkmıştır. Buradan tam kendini bırakacakken bir el onu tutmuş, buna müsaade etmemiştir. Bu Pierre Sangries adındaki genç Fransız ressamdır.
Pierre Sangries evlilik dışı bir çocuk olduğu için üvey babası tarafından hiç sevilmemiş, hep hakarete uğramıştır. Pierre evden kaçtığında ona Jeen Claude adında birisi sokaklarda dilenme yöntemlerini öğretmiş, beraber bütün Paris’i dolaşıp her köşede dilenmişlerdir.
Pierre de Sangries adındaki bu genç Eva’yı intihardan döndürüp onu evine götürmüştü. Eva’yla Pierre artık beraber yaşamaya başlarlar. Başlarından geçen bütün kötü olaylara rağmen asla yılmayıp birbirlerine destek olmayı bilirler. Sonraları Eva bir sanat galerisinde sekreter olarak çalışmaya başlar. Bu sanat galerisinin sahibi Callac adında birisidir. Pierre’nin o zamana kadar yaptığı eserleri dostlarının ve Callac’ın desteğiyle bütün Paris de tanınır, o artık ünlü bir ressam olur.
Pierre ile Eva bütün Paris’i dolaşırlar. Almanya’ya Eva’nın doğup büyüdüğü yer olan Köln’e gidip Eva’nın ailesiyle de tanışır. Tekrar Paris’e dönüp hayatlarına devam eder, gezip eğlenip romantik ortamlarda Pierre ile resim yapıp çılgınca eğlenirler. Yaklaşık iki yıl önce başlayan, fakat kimsenin haberi olmayan hastalığı Pierre’i resim yaparken yakalar. Dostları ve Eva Pierre için ellerinden geleni yapmaya çalışırlar. Pierre’i en iyi doktorlara gösterip çare ararlar. Fakat doktorlar onun için hiçbir umut olmadığını belirtir. Bütün girişimler ve yapılan müdahaleler Pierre’i hayata döndüremeyince nihayet karaciğer hastalığı onu hayata yenik düşürür.
Bu roman, insanlara yaşadıkları sürece bütün zorluklara katlanarak hedeflerine varmak için kesinlikle mücadele edileceğini ve güçlü bir irade ve azimle başarılamayacak hiçbir şeyin olmadığını anlatmaktadır.